İstasyonun bekleme odası ufacık bir yerdi. Ortasındaki soba ile ısınıyordu. Tahta banklardan birinde gocuklarına sarılmış orta halli bir aile, bagajları yan banka yığılı halde bekliyorlardı. Karşılarında ise köşeye büzüşerek sanki kendini sıcak tutmaya çalışan yaşlı bir kadın oturmaktaydı. Yanında sadece bir el çantası vardı. Üzerindeki mont eski ve eprimişti. Yüzü ise pek asıktı.


Dışarıda yağan sulu sepken, ince camlardan içeri hissedilir bir soğukluk sızdırıyordu. Hava çoktan kararmıştı. Cam bir paravan ile yolculardan ayrılan görevli, elinin altındaki boş not defteri sayfasını karalıyor ve dalgın bir hâlde televizyondaki yarışmayı izliyordu.


Ailenin babası kalıplı, uzunca bir adamdı. Karısı kulağına bir şeyler fısıldayınca yerinden kalktı. Görevlinin önünde durdu. Bir süre fark edilmeyi bekledi ama adam ağzı açık, televizyondaki çarkın dönmesini izliyordu. Aile babası cama vurdu. Görevli toparlandı. Memnuniyetsiz:

— Buyurun, dedi.

— Kolay gelsin. Acaba tren rötar yapar mı?

— Valla hava bozuyor. Geldiği yerde nasıldır bilemem. Ama en geç dokuz on beş…

— Tamam, teşekkürler.


Yerine geçen adam karısına fısıldadı, kadının yüzü asıldı. Çocukları altı yaşlarında bir kızdı. Pembe çizmeleri çamurlanmıştı. Yere yetişmeyen ayaklarını sallıyor ve sobanın deliğinden gözüken hareketli alevleri izliyordu. Huysuzlandı. Annesi ile konuştular kulaktan kulağa. Sesleri biraz yükselince baba:

— N’oluyor yahu, diyerek döndü.

Karısı sıkıntılı:

— Tuvaleti gelmiş, dedi kızına bakarak, treni bekle, gelecek diyorum ama yok…

Adam kızına eğilerek:

— Kızım anneni dinle, burada yok tuvalet görmüyor musun?

— Yaaa…. Çok var ama, dedi kız. Çenesini buruşturmuş ve kollarını bağlamıştı. Anne ve baba iç çektiler. Annenin kaş gözleri üzerine baba yine ayaklandı.

— Tuvaletiniz var mı?

— Yok. Treni bekleyin.

— Çocuk…

— Treni beklesin, ne kaldı şunun şurasında?

— Ama çok ısrar ediyor.

— Hıı, deyin, bak amca kızıyor, deyin…

— O numaraları yemez artık, dedi baba gülerek. Görevli gülmedi, televizyona döndü başını. Baba da çaresiz geri gitti. Meğer kız o numaraları yiyormuş, iki fısıltıdan sonra sesi kesildi. Tekrar dans eden ateşteydi gözleri.


Saat dokuzu vurdu.

Bir telefon çaldı. Görevli açtı:

— Alo… vay benim kardeşim, nasılsın ya… iyi valla ne olsun, istasyondayım bu gece… yok yok, onlar maça gittiler… hani mahallenin az ilerisinde saha yok mu be… yahu hani geçen yaz… heh heh orası işte, orada onlar ama ben gitmedim. Hava da hiç iyi değil zaten, insanın iliği donar… evet? Yok be canım, sen bizim Zafer’i tanımıyorsun sanki (kahkaha attı), herif Alaska’da bile top oynar… evet evet (çıldırasıya gülüyorlardı karşılıklı), bir de kısa kısa şortlar… vay arkadaş, kanları kaynıyor derler ya…


Konuşma sürerken yüzyıllık kapısı açıldı istasyonun. İçeri paltosunun içinde kaybolan, yaşlı bir adam girdi. Ayağında yazlık kunduralar vardı, çamurlu ve ıslaktılar. Beyaz saçları seyrelmiş ve havalanmıştı. Etrafına bakınıp durdu bir süre kapı eşiğinde. Bir an bakışlar ona döner gibi olsa da, daha sonra tüm ilgi dağıldı. Adam da yaşlı kadının yanına doğru ilerledi. Kadın çantasını bankın ortasına ittirdi. Bir satranç hamlesi gibiydi. Adam da onun yanındaki banka oturmak zorunda kaldı. Ellerini sobaya uzatıp çevire çevire ve ovuştura ovuştura ısıttı. Daha sonra köşesine büzüldü, hiç eşyası yoktu. Küçük kız ayaklarını sallarken bir de İngilizce bir şarkı mırıldanmaya başlamıştı. Yaşlı adam kıza gülümseyerek baktı. Daha sonra yüzü düştü, iç çekti ve iki gözünden de ikişer damla yaş düştü. Ellerinin tersi ile sildi ve burnunu elektrikli süpürge gibi iki kez çekti güçle. Yeniden eski halindeydi.

Kapı yeniden açıldı. Üstü ıslanmış olan gençten bir kurye girdi içeri. Aralık kalan kapıdan görüldüğü üzere sulu sepken sürüyordu. Genç çocuk poşeti istasyon görevlisine bıraktı, parasını aldı ve gitti. İstasyon kapısını aralık unutmuştu. Kapı cereyan yaptı ve pat pat vurmaya başladı kendini. Kapının kenarında kalan aile babası uzandı ve kapıyı örttü. Nefes nefese kaldı arkasından…


Görevlinin camındaki delikten bekleme odasına kebap kokusu yayılmaktaydı. Yaşlı kadın, yaşlı adam, kızıyla beraber baba da dillerini dudaklarında gezdirdiler. Az sonra yaşlı adam camın ardındaydı:

— Ne kadar var kardeş?

— Beş dakika dayı.

— Sağ ol. Bilet?

— Trende hallediyorlar artık.

— Tamam, çok sağ ol, afiyet olsun.

Ağzı dolu görevli, başını salladı. Yaşlı adam yerine dönerken aile babası gayet kibar:

— Pardon, ne kadar kalmış, diye sordu.

— Beş, dedi yaşlı adam kestirerek. Yerine oturacağı sıra vazgeçti ve dışarı çıktı. Diğerleri de onun arkasından, sanki onu bekler gibi ayaklandılar. Perona dizilmiş bekliyorlardı.

Ay bulutların ardında bir görünüp bir kaybolurken sulu sepken durdu. Yaşlı kadın mırıldandı:

— Ay ne iyi oldu, tam dışarı çıkmışken…

Derken burnuna bir kar tanesi düştü. O kar tanesini lapa lapa taneler izledi ve gece aydınlandı. Yaşlı kadın somurturken küçük kız çığlık atarak zıplıyor ve bir annesine bir babasına sarılarak karı ne kadar sevdiğini, geçen kış neler yaptığını saniyeler içinde düzüp anlatıyordu. Yaşlı adam da gülüyordu göğe bakarak ama yüzü daha çok mutluluktan ziyade huzuru yansıtıyordu görene.

Konuşmalarının arasında bir ara küçük kız:

— Babacığım, diye seslendi.

Yaşlı adam dönüp:

— Efendim kızım, dedi. Kaşları kalkmış ve ağzı açılmıştı. Birden tuhaf bir durum oldu. Kızın babası dik dik yaşlı adama bakıyordu. Yaşlı adam özür diledi ama durum yine de tuhaftı. Yaşlı kadın daha uzaktaydı ama o da yaşlı adama dik dik bakıyordu. Az sonra raylardan tıkır tıkır sesler gelmeye başladı. Daha sonra ufukta sarı bir ışık göründü ve trenin düdüğü öttü. Trene bindiler, tren boş sayılırdı. Pencere kenarına geçen yaşlı adam ağlıyordu. Elinde bir vesikalık kız çocuğu fotoğrafı, fotoğrafın köşesinde ise bir çengelli iğne takılıydı.