Deniz çalkalanıyor hiddetle. Mavi dalgaların rengi koyulaşıyor, hava puslu ve yağmurlu... Yağmur yağdıkça yağıyor bir yarış içinde sanki. Kimle olsa bu yarış? Kendisiyle belli ki. Teknedekiler korkup odalarına çekilmişler, güvertede kalan kaptan ve miço ıslak yüzlerini birer havluya silip ileriyi görmeye çalışıyorlar.
"Böyle giderse biz eve gidemeyiz Ali." diyor kaptan. Öfkesi ve kederi yüzünden okunuyor. Kırk beş yaşına gelse de yüzündeki çizgiler "Ben buradayım, benim de söyleyeceklerim var!" demekten kendini alamıyor. "Kaptan; yolcular çok korkuyor, bir çözüm bulamaz mıyız? Ne yapsak da kurtulsak şu lanet fırtınadan?" "Ah be Ali'm. Bu senin ilk yolculuğundu değil mi, unutmuşum. Oğlum bu hava bana vız gelir, sen kafana takma. Koş yelkenleri indir." Ali verilen görevi bir hızla yerine getirmeye gidiyor. Yelkenin ipleri ellerini kesiyor biraz ama umurunda değil acısı. " Keşke anamı dinleseydim de bu işe girişmeseydim, şimdi oturmuş sobanın kenarında pinekliyordum. Hay şansım..." "Ali, ne daldın oğlum? Hadi çabuk indir şu yelkenleri." Oflaya, puflaya yelkenleri indiriyor Ali. On altı yaşında, zemzehir, fişek gibi bir delikanlı Ali ama bir o kadar da duygusal. Geçen kurban bayramında canından çok sevdiği kuzusu Ayşe'yi keserlerken öyle bir ağladı ki sanırsın kendisi kurban oluyor Tanrıya. Herkesi güldürdü o an, kendisi hariç. Ali, yufka yürekli, eli de bakışları da taze Ali. Sen bu fırtınalı denizde boğulursun be oğlum!