Geçen gün yaşanan fırtınadan dolayı çatısında bolca çöl kumu biriken salonun, yetim bir çocuk gibi delik deşik olmuş duvarlarından fışkıran ay ışığı,şahsiyetinin önemini unutalı bir asır geçen kirli sakallı genç piyanistin yağmur çamur yemekten ıslak bir bez haline gelmiş sarımtırak botlarına vuruyordu.

Aylardır yevmiyesini alamadan gidip gelen müzisyen zanaatkârlıktan sanatkârlığa doğru yol aldığının farkındaydı. Sabahları hamallık yaptığı saatlerden miras kalan yara bere içindeki elleriyle öfkesini bırakırken piyanonun tuşlarına, tek yapabildiği, salonun köşesindeki kırmızı koltuğun karanlık tarafına bir böcek gibi sinmiş patronun, kaliteli kumaştan yapılma gömleğinin altındaki göbeği titretmekti.

O gece, bitmek bilmeyen vardiyasından çıkıp biraz rahatlamaya gelmiş olan çift, piyanistin on metre uzağındaki yeşil zeminli dans alanına giderek dans etmeye başladı.

Ortamı klas bir havanın sardığını gören piyanist, öfkesini uykuya göndererek en narin şekilde çaldı.

Müzeyyen'in her dans hareketinde ahladığını gören Bekir, biraz daha yavaşladı, eşinin ayaklarının çalışmaktan su topladığını tahmin edebiliyordu. Kurumuş dudaklarını sevdiği kadının kulaklarına değdirdi “Hepsi geçecek,eski günlerimize geri döneceğiz.“ dedi ve uzunca bir süre gözlerini kaçırdı. Eşi Müzeyyen, gözyaşlarının birer şimşek gibi dökülmesine mâni olamadı çünkü biliyordu, Bekir yalnızca yalan söylediğinde göz temasını keserdi.

Tüm bunlara şahit olan piyanist hüzünlü bir mırıltıyla ”Alt sınıfların dansı” deyip kafasını aşağı eğdi, ardından aklına cevabını bildiğini düşündüğü bir soru geldi.


Acaba patronun titreyen göbeğiyle çiftin bedenlerinin titremesi arasındaki fark neydi?