Sevgi ve takıntıyı birbirinden ayırmak gerek. Senin güzel cümleler kurmak amacıyla ayarladığın hafif serin bir rakı gecesi kimisi için günü kurtarmak manasına gelebilir. Senin bir daha ayrılmamak üzere kurduğun cümleler bir başkasına “Kaçıncı dubleyi içiyor acaba?” sorusunu sordurabilir içinden. Senin birbirine karışmak olarak anladığın hali bir başkası “Ne iyi adam; sarhoşum ve bana yardım ediyor” olarak düşünebilir, bir başkası yazdan kalma bir eylül akşamından bir ileri iki geri evin yolunu bulmaya çalışırken. 


Yalnızlığın en büyük cilvesi de bunları yaşamadan öngörüp yaşanmış gibi davranmak galiba. Ya da yaşanmış ki yalnız kalınmış hissiyle baş başa kalmak. Hep iyi olsunlar da ben kötü olsam da olur hissiyatıyla beraber kendi tek göz evlik cumhuriyetini kurmak da bu sebepten değil midir? Ya da izdivaç programına denk geldiğin o üç saniyelik kısımda dahi iyi niyetinden ödün vermeyerek “Çok yalnızlar ki kendilerini bu kadar rezil edebiliyorlar” diye akıldan geçirmek?


Çok üzülüp incinmenin yakınlarının gözünde prim yapmadığı bu dünyada bir başkasının daha önce hiç yapmaz dediğin şeyleri yapması ne kadar koyarsa kendini tek başına bir bankta bunları düşünürken bulmak iki misli koyar. Bir sebebi olduğunu düşündüğün her şeyin sebepsiz yapılmış olduğunu anladığın an ne kadar canını yakıyorsa zamanında “Dur! Yapma! Canımız acıyacak!” diyememek üç misli acıtır canını insanın.


Şimdi bir futbol sahası düşünün. İşte tam olarak o kadar acıyı içime sığdırmaya çalışıyorum, tribünler hıncahınç dolu ve benim bir toplu iğne başı kadar tahammülüm yokken üstelik.


Umarım uzatmalar oynanmaz, benim bir altın gol daha yemeye mecalim yok zira.