ah, ruhu en yüksek tepelerde uçan ben,

suyumu hırçın derelerden kana kana içerdim.

pençelerimle avlardım akşam yemeğimi ve

hepsini kendim yerdim.


eşimi kendim seçer, geleceğin asilerini yetiştirirdim.

kimi ölürdü ve kimi de koparılırdı benden,

ama her matemin ertesinde tek başına kanat çırpmasını bilirdim.


anneydim,

hükümdardım,

bilgeydim.


intikama bir karga kadar tutkulu,

en yaşlı baykuştan daha bilgindim.

bir ağaçkakanınki kadar sivriydi gagam

ve bir kartalınki kadar güçlüydü pençelerim.


sonra sen buldun beni…

“çok güzelsin,” dedin, okşadın tüylerimi.

şarkılarımı hiç anlayamadın ve

bir kafese tıktın beni.


artık yalnızca senindim ve hep beni çok sevdiğini söyledin,

sonra da o altın kafesin kapısını zincirledin.


ben vahşi bir kuş iken sen

zümrüdüanka sandın beni.

ne zaman mutlulukla ötsem kızdın,

sırf parıldıyorlar diye kestin

rengarenk tüylerimi.


çok konuşmamalıydım, yonttun sivri gagamı.

“seni seviyorum,” dedin, “hepsi seni korumak için.”

çünkü ben “güzel”dim.

hassastım, değil mi? kolay incinirdim.


ben ormanların hakimi,

binlerce kuşun annesiydim.

en zeki,

en güçlü,

en güzeldim.


peki senin için neydim?

kanatları ışıldayan, sesi huzur veren,

varlığıyla böbürlenebileceğin bir kuştum ben.


“sıkarsam ölürsün,” dedin,

“bırakırsam kaçarsın.”

sen beni daracık bir kafeste sakladın kendine,

ve kırık kanatlarım o altın tellere takılırken

ölmemi izledin.


hassas, korunmaya muhtaç

ve çok değerliydim senin için,

sonra can çekişerek öldüm ve sen,

“bu da geçer,” dedin.


ne sıkıp öldürdün beni,

ne de bırakıp elinden kaçırdın.

sen bana o altın kafeste yalnızca

cehennemi yaşattın.



13.06.2021