Yola çıktığımdan bu yana tek şeritli, yalnız çizgilere daldığımı hatırlıyorum en son, bir de elimdeki bileti. “21 numara, cam kenarı”. Hayatımı etkileyecek olan son bir haftalık zaman dilimini düşünürken geçip gitmiş bin küsur kilometre. Otobüsün içerisinde horlamalara eşlik eden sabah kokusunu anımsıyorum bir de. Öyle akıp geçmiş zaman, yollar gibi; çoktan yanaşmışız neresi olduğunu bilmediğim yere ait terminale. Bir ses dokundu omuzuma;


- Abi, geldik.


Kafamı kaldırdığımda göz altları şiş, suratında sakal parçaları olan sinekkaydı tıraşlı, beyaz gömlekli bir çocuk. Bir süre baktım anlam veremeden, sabırsız bir tavırla bir şeyler yapmamı bekliyordu sanki. Olayları idrak ettiğim vakit, çoktan belirsiz limanlara yanaştığımı gördüm. Sorgulamadan yerimden kalktım, nerede inmem gerektiğine dair de bir fikrim yoktu gerçi. Daracık koridor boyu sarkan ellere, annelerinin kucağında uyuyan çocukların kafalarına değmeden ilerlemeye çalışıyor, bunu yaparken hâlâ bazı şeylerin gerçekliğine inanamıyordum. Orta kapıya vardıktan sonra aşağı indim, çocuk da peşimden bir hışımla indi. Çocuğun o kadar acelesi vardı ki, belli ki sevdiklerine erkenden kavuşmak istiyor dedim. Ya da kaptan temizinden bir fırça kayacaktı belli ki benim yüzümden, çok beklettim belki de. Çocuk telaşlı bir sesle;


-  Abi senin valiz hangisi?

-  Kahverengi kapaklı kardeşim, üstü yazısız olan.


Çocuk titreyen kollarıyla valizi önüme hafifçe koyup ardından koşarak otobüsün içine atladı. Valizi alıp terminale ilerlerken göz ucuyla bir

ardıma baktım, kaptan bizimkini haşlıyordu çoktan. Öyledir ya bizim memlekette, birilerinin keyfinin cezasını güçsüzler öder. Statüyü eline alan altındakini ezmekten hiç çekinmez.


- Affet çocuk, dedim içimden. Bilseydim daha erken davranırdım.


İner inmez burnuma dolan bu kokuya daha önce ne şahit olmuş ne de duymuştum. Derme çatma 3 dükkân vardı önümde, birkaç çuval, eski püskü valiz, ileride bir tuvalet. WC’nin 3 lira olması da dikkatimden kaçmamıştı tabii. Karşımdaki ilk dükkâna çaresizce ilerledim, iki yaşlı amca dükkânın önünde oturmuş hararetli bir sohbete dalmışken arkalarında dükkanın içinde bir genç telefonla konuşuyordu. Yaklaştım;


- Selamün aleyküm , hayırlı günler


dedim kır saçlı olana. Kısık gözlerle beni süzdükten sonra;


- Buyur evlat, ne istedin? Asker misin sen de?”

- Yok amca, Karköy diye bir yer varmış oraya nasıl giderim?


Elindeki çayı bıraktı, onay beklermişçesine karşısındakine baktı bir süre, kalın kaşlı, çatık bakışlı amca vardı karşısında. Ben de onunla göz göze geldim bir anlık. Ardından dönüp birbirlerine baktılar, çatık kaşlı amcanın ifadesi hiç değişmemişti. Kır saçlı olan onay alamadığını anlayınca bana dönerek;


- Hoş gelmişsin yeğenim, geçmiş olsun. Terminalden çık sola doğru bir elli metre git. Beri tarafta bakkal var, oradan köylere minibüsler var.


- Allah razı olsun, hayırlı günler.


Arkamı dönüp valizimi aldım, usulca ilerlerken arkamdan diğer dayı;


- Kim ulen bu, daha önce görmedim hiç buralarda?


diye sordu. Haklıydı da, görmemişti. Ama bu kafayla devam edersem bu ve bunun gibi ücra köşelerde böyle yaşlılar beni daha çok görecek, yabancı oluşumun varlığıyla rahatsızlıklarını dile getirmekten çekinmeyeceklerdi. Amcanın tarif ettiği yoldan ilerlerken uzakta köşede bakkal gözüme ilişti ama minibüs yoktu. İşkillendim, yanlış yere mi gönderdiler diye fakat burası küçük yerdi öyle büyük şehirlerdeki gibi kimseden çıkar göz etmezdi buranın insanı. Gene de bir şüpheyle bakkala doğru ilerledim. Tam da amcanın tarif ettiği gibi uzun bir yol, sol taraftan içeri doğru iki sokak, üç beş tane de dükkân başka hiçbir şey yoktu burada. Hemen sokağın başında olan ufak bakkalın mavi tentesinden kafamı eğip içeri girdim, ardı sıra dizili rafların yarısı boş yarısı doluydu. Birilerinin dükkâna girdiğini anlamıştı sanırım, orta boylu kareli gömlekli bir amca karşıma çıktı rafların ardından. Girer girmez gözlerini dikmişti çoktan. Göz temasından kaçındım bilerek, saygısızlık olmasın diye. Bavulumu yere bıraktım, kafamı kaldırıp;


- Selamün Aleyküm, dedim.


Sabırsız bir ifadeyle hiç soluk almadan karşılık verdi amca;


- Aleykümselam

- Bu Karköy dolmuşları buradan mı kalkıyor?

- Kimsin sen, necisin?


Sürekli aynı soruyla karşılaşıyordum ama aldırış etmedim, ters bir lafımda kapı dışarı edilebilirdim çünkü. Yaşlı insanlar sonuçta sen ne dersen de, tek bildikleri burunlarının ucudur.


- Yeni geldim vilayete, Karköy’e müezzin atadılar beni. Adım Feyzullah.


Az önceki şüpheli gözlerin birden zincirleri çözüldü, yabani tavrı bırakıp;


- Hocam kusura bakma, bilemedim hoca olduğunu. Burada çok it var, adres sorayım diye gelip dükkândan mal araklıyorlar. E yaşlandık tabii, fark edemiyoruz. Hoş gelmişsin, aç mısın çay söyleyeyim, yemek yiyelim. Bak köşede şerefsiz Nevzat var köftesi güzeldir”

-  Allah razı olsun, yol yorgunuyum. Şu minibüsleri söyle de köye gideyim, başka zaman.

-  Olur mu öyle mübarek, gel dinlen bir nefes al.


Cevap veremedim, laf anlatacak ne takatim vardı ne de ısrarım. Ayaklarımda ince bir ağrıyla birlikte kasılmalar başlamıştı çoktan. Düşük omuzlarımı görünce ısrarcı olmadı sanki ayağa kalktı ve bana doğru gelerek;


- Hocam minibüsler benim köşeden gelir, akşam vakti yolcusunu alır gider. İyisi mi sen burada dur bekle, ben sana bir çay söyleyeyim. Saat beşte kalkar zaten çay içer laflarız.


Saate bakmak istedim, Allahtan, babamın verdiği tuşlu takoz telefon kalmıştı bir tek, hemen cebimden çıkardım. Ufacık ekrandan zar sor seçebilmiştim, 16:00. Mecbur bir saat bekleyeceğiz, çare yok. Sigarasızlık da başıma vurmuştu, telefonu çıkartırken sigaranın olmadığını fark etmiştim. Kaçıncı paketi içiyordum kim bilir. Çok da önemi yoktu gerçi, artık sigara dumanı bile hayatımın gerçeklerini söndüremeyecekti.


- Amca sende Camel sigara var mı?

- Yok hocam, Winston gelir sadece buraya.


Arka cebimden cüzdanımı çıkardım, toplasan ancak seksen lira ve iki fotoğraf.


- En ucuz olanı hangisi?

- Valla ben isimlerini bilmem hocam, benim büyük olan bilir, büyük oğlan. Ama en baştakini çok alırlar sana ondan vereyim.


Doğruldu eski koltuğundan (eski olduğunu bakkal kalkarken koltuktan çıkan sesten anladım). Rafa uzanarak sigarayı aldı ve direkt bana uzattı. Aldım, ağzımla ambalajı yırtıp hemen bir tane çıkarttım. Damağıma gelen plastik tadı rahatsız etmişti fakat bir önemi yoktu. Arka cebimden, aynı hızla çakmağı çıkartıp yaktım. İki duman sonra para vermem gerektiğini idrak ederek cebimden bir yirmilik uzattım;


- Buyur amca”

- Yok hocam, estağfurullah, misafirsin.

- Olmaz öyle, ben de müşteriyim. Al sen, hak geçmesin.

- Hakkım helal olsun hocam, düşünme sen bunları. Geç sen tabureye otur, ben çay söyleyeyim geliyorum.


Birden etkisine almıştı sanki beni, yaban diyebileceğim bir yerin ortasında, bilinmezliklerin arasında hoş bir tavır görmek iyi hissettirmişti belki de. Gene de şükrettim Rabbime, daha kötüsü de olabilirdi? Bakkalın kapısından birlikte çıktık, dediklerine uyup çektim tabureyi oturdum. Bakkal dayı elleri sabit koşarak bir arka sokaktan aşağı döndü. Bu sırada tüttürmeye başladım ancak kendime gelebilmiştim, zaten öyle çok da sigara içmezdim ancak canım çok sıkkınsa yakardım birer tane. Bu aralar da canım epey bir sıkkındı, büyük ihtimalle tiryakisi olacaktım burada. Kendi kendime sorular soruyordum;


- Oğlum Feyzullah, sen buraya nasıl geldin? Sana kalmıştı her boka atlamak, haydi çık şimdi işin içinden.


Sorguladığım bazı şeyler damarlarımdan zihnime cenk ediyor, ansızın dalıyordum boşluklara. Öyle ki sigara içmeyi de unutmuştum, sigaranın külü pantolonuma düşünce fark edebilmiştim ancak. Sigaramı söndürdüm ama kesmemişti, bir sigara daha yaktım ardından. İkinci daldaki nikotinin zihnime ulaşmasıyla bir anlık memnuniyet geldi. Bakkal dayı da köşeden dönmüş, aynı esnaf koşuşuyla geliyordu zaten. Soluğu ancak benim yanımda alabildi. Çekti karşımdaki tabureyi, tekrar geldik karşı karşıya.


- Hocam tekrar hoş geldin, çayları söyledim geliyor şimdi.

- Mübarek, ne gerek vardı uğraştırıyoruz seni. Hakkını helal et olur mu.

- Helali hoş olsun hocam başımızın üstünde yerin var.

- Allah razı olsun.


Rahatsız edici bir sessizlik oluştu, ikimiz de lafa girmek istiyor gibiydik ama bir yandan da ne konuşacağımızı bilemiyorduk. Zaten sokakta ikimizden başka da kimse yoktu, dikkatimizi dağıtıp başka şeyler üzerine de konuşamamıştık. Issızlığın ortasına kurulmuş gibiydi burası. Ne otobüste ne de otobüsten indikten sonra, yollarda bir tane araç görmemiştim. Zaten toplasan beş-altı tane de dükkân vardı. Yolların, anayol dışında çoğu taşlık, el değmemiş, öyle kaderine terk edilmiş sanki. Bakkal dayımız da sabırsız birine benziyordu, her fırsatta gözlerimin içine bakıp lafa girmemi bekliyordu sanırım. Konuşamayacak kadar takatim kalmamıştı, ben ise dayının aksine her bana baktığında gözlerimi kaçırıyordum. Tam da tahmin ettiğim gibi çıktı, dayı dayanamadı direkt lafa girdi;


- Hocam hiç konuşmuyorsun vallahi, nerelisin, necisin? Hem öyle bizim buralara kimsenin yolu kolay kolay düşmez, hangi rüzgâr attı seni buraya?

- Valla sorma amca, takıldık bir rüzgara gidiyoruz. Ankara’da müezzinlik yapıyordum ben; bir gece telefon geldi, Karköy’e gideceksin dediler. Neden bile diyemedim, bir baktım yola çıkmışım. Vardır elbet Rabbimin bir bildiği. Dün otobüse bindim bugün buradayım işte.

- Hee doğru yeğenim, söylediydin dükkâna girerken. Kafa kalmadı kusura kalma hatırlayamadım. Tekrar hoş gelmişsin.

- Estağfurullah, hoş bulduk sağ olasın.


Köşede bir çocuk belirdi 9-10 yaşlarında, yırtık pantolonlu, okul önlüklü bir çocuk. Elinde kahveci tepsisi, üzerinde iki tane çay, usul usul bize geliyor. Önce bakkala doğru yöneldi, bakkal kaşlarını çatarak beni gösterdi. Ardından bana doğru dönerek çayı önüme bıraktı, sonra bakkala. Çayları bıraktıktan sonra bir süre durdu bakkal çoktan şekerini atıp zevkle çayını karıştırmaya başlamıştı. O an çocuk onun için sadece bir araçtı, insan yerine koyup bir teşekkür bile etmemişti. Çocuk bir süre bekledi fakat karşılık alamayınca istekli bir ifadeyle;


- Bakkal amca, usta çayların parasını peşin istedi.

- Peşin mi istedi? Ustan önce veresiye defterini kapatsın, sonra gelir çayın parasını ister.


Çocuğun yüz ifadesi değişti, endişeli bir tavır aldı;


- Amca kurbanın olayım, sonra bana kızıyor aş evi miyiz biz diye.


Çocuğun o halini görünce suçluluk duygusu hissettim, ben gelmesem, bu kapıdan içeri girmesem bakkal çay söylemeyecekti. Çocuk ustasından yükü alıp buraya gelmeyecekti, bakkal çocuğu terslemeyecekti. İçim rahat etmedi cebimden cüzdanımı alıp yirmiliği uzattım hemen;


- Al kardeşim, neyse borcumuz buradan al, haydi kolay gelsin sana.


Bakkal kaşlarını çattı, önce bir çocuğa baktı sonra dönüp bana;


- Hocam ne yaptın sen, olur mu öyle hiç, misafir adama para ödetilir mi?


Bana sinirlenmiş gibiydi ama bir yandan da çekiniyordu, çocuğa yöneldi;


- Ulan ustan da senin gibi ahlâk bilmez, misafirin yanında ne hale koydun beni, sana ustan öğretmedi mi hiç milletin içinde nasıl konuşulacağını?


Çocuk fırçayı yedikten sonra kızarmaya başladı, kafasını aşağı eğdi; bakkal, konuşmasına fırsat bile tanımamıştı. Zaten çocuğun da cevap vermeye cesareti yok gibiydi. Çocuğun o hali içimi parçaladı, dayanamadım.


- Güzel amcam çocuğun ne suçu var? ustası ne dediyse onu yapmış. Gündüz vakti sinirlenip kendini günaha sokma, kızma hiç çocuğa. Bak ufacık çocuk. Bu seferlik benden olsun, ben daha çok buralardayım, gene oturur çay içeriz. Al kardeşim sen de, haydi hayırlı işlerin olsun. Allah yolunu açık etsin.


Çocuk, hiç suratıma bakmadan parayı alıp koşar adımlarla uzaklaşarak köşeden aşağı döndü, biz de çayları yudumlamaya başlamıştık çoktan. Bakkal sabredemedi, söyleyecek bir şeyleri vardı; kestiriyordum ama ben lafa girmiyordum, çözülmesini bekledim. Gene dayanamayıp anlatmaya başladı;


- Hoca sen buraları bilmezsin, bak bu piç kimsesizdir. Şimdi sen bu parayı verdin ya, sana üstü gelmez haberin olsun. Kolla kendini buralarda. Bunun ustası da bunu sokaktan buldu, öyle karın tokluğuna çalıştırır. Üzüm üzüme baka baka kararıyor tabii, öyle ustanın anca böyle çırağı olur. Aman deyim hocam, acıma kimseye.

- Helali Hoş olsun, ihtiyaç sahibi belli ki. Yoksulu, mazlumu ezdirmeyelim. Hem Allah ne der? “Sizden öncekileri zulmettikleri için helak ettik”. Bugün halimiz iyiyken güçsüzü koruyalım, küfre düşmeyelim.

- Haklısın hocam, insan nefsi işte, engel olamıyoruz. Kendimizi manen dizginlemek lazım.

- Sen içini temiz tut güzel amcam, Allah içindekini senden iyi bilir.


Kafa salladı, yaptığının bilincine vardı sanırım, gözlerini öne eğdi, çayını eline alarak kafasını kaldırmadan yudumladı. Saatime baktım, beşe daha vardı. Bir an önce saatin gelmesi için Rabbime dua ediyordum artık. Belirsizlik canıma tak etmişti, sonum ne ise onu görmek istedim bir an önce. Bakkalla birlikte geçen vakitsiz sohbetin ardından saat gelmiş, beyaz Ford minibüs, ağır ağır gelip dükkânın önüne yaklaşmıştı. Çayım da bitmeye yakındı, gelen minibüs o mu değil mi derken, bakkal düşünmeme fırsat bile tanımamıştı;


- Hah geldi hoca, gözün aydın. Bak bu Karköy minibüsüdür, buna bin, meydanda inersin.

- Allah razı olsun, hakkını helal et. Allaha emanetsin.


Hemen oturduğum tahta tabureden kalktım, dükkânın içindeki valizimi elime alıp minibüse yöneldim. Sağ ayağımı minibüse koymuşken arkadan bir ses;


- Abiiiii! Abiiiiii!!! Misafir abiii! Bekle!


Kafamı çevirip sola baktım, az önceki çaycı çocuktu bu; elinde birkaç bozukluk, bana doğru koşuyor. Beni kaçırma korkusuyla geldi dibime, nefes nefese kalmış, yanık yanaklarından terler akıyordu;


- Dur çocuk nefes al, ben buradayım, daha gitmiyorum.

- Abi,


dedi ve nefesi yetmedi. Bir süre soluklandıktan sonra devam etti;


- Abi, para üstünü getirdim.

- Ah be güzel kardeşim, iki kuruş için kendini parçalamaya değer miydi? Helali hoş olsun, git karnını doyur; benim hakkım helaldir. Ustana da selam söyle, 'Feyzullah abim verdi' dersin.


Çocuğun yüzü değişti birden; az önceki aceleci, utangaç kızarıklık yerini mutluluğa bırakmıştı. Çocuk ne diyeceğini bilemedi;


- Allah razı olsun abi.


Bakkal arkadan şaşkınlıkla bizi dinliyor fakat asla lafa girmiyordu, tam minibüse binecekken tekrar seslendi;


- Hocam, meydana gidince bizim muhtar Mehmet emmi var, onu bul, o sana yardımcı olur.

- Sağ olasın.


Minibüse bindim, en arka dörtlü yaşlı ahalisi, şoförün arkasında bir kadın, şoför yanında iki çocuk ve kapının yanında bir teyze. Hepsi kim bu yabancı nidasıyla bana bakakaldılar.


- Selamünaleyküm,


diyerek minibüse bindim. Şoför hariç kimseden cevap alamayınca, beklemeden orta koltuğa geçip oturdum. Nereye gideceğime, nerede ineceğime dair hiçbir fikrim yoktu. Şoförün gaz pedalına yüklenmesiyle koltuğa yaslanarak teslim oldum kaderime. Araç vilayetin içinden çıkarak terminalin önünden stabilize bir yola saptı. Ağaçlar arasında ilerliyor, irili ufaklı taşlara değdikçe aracın içinde bir sağa bir sola sallanıyorduk. Dar yolların yılan gibi kıvrımlı virajlarından geçerek bir dağa doğru tırmanmaya başladık. İçimden daha ne kadar gideceğiz diye söylenmeye başladım ama bir yandan Rabbimin ne zorluklara rağmen rızkını kesmediğini görerek kendimi dizginlemeye çalıştım. Hikmetine sual etmek benim haddim değildi, sonunu görmeden isyan etmeyecektim.


Bir tepeyi aştık, toprak yol sanki biraz düzelmişti. Yokuş aşağı inerken şoförün dikiz aynasından bana baktığını fark ettim, göz teması beni rahatsız etmişti ancak yabancı olduğum için, üstelemeden camdan dışarıyı izlemeye devam ettim. Arkamdaki yaşlı ahalisi kışın geldiğinden, yolların kapanacağından bahsediyordu, şimdiden kömür istiflemek gerekiyormuş onlara göre. Yollar kapandıktan sonra vilayete inmek zormuş, soğuktan donarlarmış Allah muhafaza. İnsanların baş edemeyeceği korkularla köşesine sığınıp asgari koşullarını temin etme isteği üzerine düşündüm bir süre. Rabbinden umut kesmeli miydi insan gerçekten? Yolları kapatan da o değil miydi zaten, dermanı veren de o olmalıydı. Parasız pulsuz bu insanlar nereden bulacaktı kömürü kışın ortasında. Ya da bize yarınları düşündürerek aç gözlülükle ortalığa saldırmayı düşündüren nefsimiz miydi? Bütün bu soruların gölgesinde kaldığım sürece imanımın zedeleneceğinden hep korkmuşumdur.


Rabbime inancım sonsuz fakat kullarının durumunu gördükçe ve elimden bir şey gelmedikçe, kendimden bir parçayı eksiltmiş gibi hissediyorum. Neden birileri eksiklik düşünmek zorunda ya da yarınların kaygısıyla nefeslerindeki kesintileri hissetmek zorunda? Belki de bizim sınavımız buydu, Allah birilerini bize gösterecekti ve diyecekti ki; “Bakın bakalım tepkiniz ne olacak? Komşunuz açken tok yatacak mısınız? Komşunuz ölürken siz yaşayacak mısınız? Kalkıp bir şey yapacak mısınız?”. Belki de bu yüzdendi bunca fark, bunca yokluk, bunca çokluk, sınavımızdı hepsi bizim. Peki ya çaycı çocuk gibi nicesi, bütün bu eziyeti neden çekeceklerdi? Suçları neydi? Belki çektikleri cefa için mükafatlandırılacaklardı evet fakat o zamana kadar, bu çocukların elinden kimse tutmaz ise ne olacaktı? İnsan nefsiyle bu çocukların çektiği zulümler peki? Bu çocuklar yerlerde ezilip, birilerinin artıklarıyla yaşarken diğer kulların bu çocukları göz ardı etmesi, Müslümanlığa sığar mıydı? Mazlum gördüğü birine piç diyebilir miydi birisi?

Tepenin ardından indiğimiz yokuş bitince, irili ufaklı birkaç ev gözüme çarptı. Seyrek aralıklarla beş on evi takip ederek direkt köy meydanı gibi bir yere varmıştık. Herkes ayaklanmış inmeye başlamıştı fakat ben nerede olduğumu bilmediğim için hâlâ oturmaya devam ediyordum. Şoför bana dönerek;


- Meydan burası, dedi sabırsız bir tavırla.


Valizimi alıp direkt kapıya doğru yöneldim, kafamı eğerek indim minibüsten. Çatal gibi iki yol arasında bir kahve, hemen karşısında bir çeşme, başka da hiçbir şey yoktu etrafta. Sadece çok uzaktan bir ev seçebiliyordum iki katlı. Kahveye bir süre bakış attım, içeride birkaç kişiden başka kimse yoktu. Valizi hiç yere koymadan direkt olarak kahveye doğru ilerledim, yollar çamur olduğu için çoktan ayakkabılarım kirlenmişti bile. Kahvenin eski demirden kapısını tuttum. Önce bir tereddüt ettim ayakkabılarımdan dolayı, içeriyi kirletmek istemiyordum. Elim demirde, ayağımı kaldırdım önce; ayakkabılarımın altına baktım, fazla çamurlu mu diye. İçeride ocağın başındaki adam durumu fark etmiş olacaktı ki hiç çekinmeden gel işareti yaptı eliyle. Mahcup bir şekilde kapıyı açıp içeri girdim;


- Selamünaleyküm.


İçerideki birkaç kişi kafa sallayarak toplu halde selamımı aldılar. Ocaktaki adam bana doğru yöneldi;


- Hoş geldin hemşerim, buyur kime baktın elinde valiz, kalıcı mısın?

- Abi beni bu köye atadılar, camiiye. Müezzinim, adım Feyzullah.

- Hoş gelmişsin hocam, buyur otur. Aç mısın? Otur nefeslen, bir çay iç.


Üstelemedim, yok desem de gene bir şeyler sunacaklardı. Geçtim sessizce oturdum bir köşeye, yan masadaki amca bakakaldı. Valizimi yanıma koyduktan sonra amcayla göz göze geldim, kafasını sallayıp;


- Hoş gelmişsin hoca.

- Hoş bulduk dayım sağ olasın.


Ocakçı elinde çayla bana doğru yönelip masaya oturdu.


- Demek yeni hoca sensin. E zaten bizim camide hoca vardı, ne diye seni yordular ki buraya kadar?

- Bilmiyorum abi, bir gece telefon geldi Karköy’e tayinin çıktı diye, kalktım geldim buralara kadar.

- Hiç canını sıkma, güzeldir bizim buralar sessiz sakindir. Öyle çok kalabalık da yoktur, giden gitti; bir işte bizim gibi gidecek yeri, satılacak tarlası olmayanlar kaldı, bir de yaşlı heyeti. Zamanla alışırsın.

- İnşallah abi Rabbim nasip ederse. Ne soracağım sana, muhtar Mehmet varmış, ona nasıl ulaşırım?

- Az önce buradaydı. Kafasını çevirdi, bir sağa sola baktı.

- Çıktı herhalde muhtar, dur bir telefon edeyim de gelsin. Sana yol yordam gösterir o.


Masadan kalktı, cebinden telefonunu çıkardı ve kulağına dayayıp kapıya doğru gitti, bir süre telefonla konuştuktan sonra tekrar içeri geldi. Çayımı tek dikişte bitirdim o sıra, önümdeki çayı alarak;


- Hocam konuştum şimdi Mehmet emmiyle, çıkmış geliyor.”

- Allah razı olsun abi.


Oturup beklemeye başladım kahvenin içinde. Eskimeye yüz tutmuş tahtadan masa ve sandalyeler, masaların üzerlerine serilmiş, sigara dumanıyla koyulaşmış yeşil örtüler ve duvarlarda birkaç sure asılıydı. Yerlerde ayağımın bıraktığı çamur izlerini görünce utanarak ayaklarımı gizledim. İnsanların hayatında ekstra yük olmak bana her zaman kötü hissettirirdi neticesinde. Önüme ikinci çay geldi, çay içmekten midemde yanma hissi başlamıştı fakat içmemek olmazdı. Ne kadar istemesem de yudumlamaya başladım. Hava artık kararmak üzereydi, camdan baktığımda bulutların ve aydınlığın ağaçların üzerinden gökyüzünü terk ettiğini görebiliyor, sokak lambalarının cılız ışığını seçebiliyordum. Bir süre sonra yüz elli-iki yüz metre uzaklıktaki sokak lambasının altında bir siluet belirdi. Uzaktan neye benzediğini seçemiyordum ama yakınlaştıkça kasketli, uzun boylu, uzun paltolu bir amca kapıda gözüktü. Kapıyı açmadan içeriyi bir süzdü, ardından demir sürgüyü iterek içeri girdi.


- Hayırlı akşamlar ağalar!


Ocakçı kafayı uzatarak;


- Hoş geldin muhtar, seni bekliyor arkadaş,


Diyerek beni gösterdi, belli ki muhtar bu idi. Hiç beklemeden benim olduğum masaya yöneldi karşımdaki tahta sandalyeyi sertçe çekerek oturdu;


- Buyur, beni çağırmışsın, ne istedin?

- Selamünaleyküm muhtar, beni sizin camiye müezzin atadılar, adım Feyzullah

- Onu biliyoruz, ocakçı söyledi. Benden ne istiyorsun onu söyle?

- Amca 2 saat önce indim vilayete, yol bilmem iz bilmem, muhtarsın diye sana geldim. Götürsen ya beni imamın yanına, he amca ?”

- Bizim caminin imamı vardı, seni ne diye gönderdiler?

- Valla bilmiyorum, bir gece telefon çaldı Karköy’e tayinin çıktı diye, sonrası malum.

- Cami az yürüme mesafesinde, seni götürürüm ama imam camide değil, vilayettedir kesin.

- Nasıl camide değil?

- Ben bilmem.

- İmam’ın burada evi yok mu, vilayette ne işi var?

- Ben bilmem, orasıyla da ilgilenmem. İmam da beni sevmez zaten.

- Beni götürür müsün muhtar?


Bir yüzüme baktı, cevap vermeden ayağa kalktı ocakçıya biraz para uzattı ve kapıya yöneldi. Kapının ağzında bana dönüp, gidiyoruz imasıyla bir kafa hareketi yaptı. Ardından ben de ona yetişmek için hızlıca çıktım. Taşlı yollardan geçerken muhtar, sanki tek yürüyormuş gibi, hızlı adımlarla ilerliyordu. Arkasından ona yetişmeye çalıştım. Elimde valiz koşar adımlarla;


- Muhtar amca, imam demiştin. Ezanı kim okuyor?

- 3 sene önce vilayetten hat çekildi, ezanlar merkezden okunuyor. Senin bilmen lazım, şehirli değil misin sen?

- Köyde cenaze, mevlit de mi olmuyor? İmam nasıl kafasına göre gider? Namaz kılan da mı yok?

- Bu senin devre, ara ara vilayete iner, iki hafta gelmez; buradaki ihtiyar heyetinden de birkaç tanesi hafız, hoca yokken namazları

onlar kıldırır. Pek de namaz kılınmaz zaten, yaşlı çoğu, herkes evinde kılar. Cenaze mevlit işlerinde muhakkak burada olur ama, en önü çeker. İki cenaze yıkar, mevlitte bir dua, yer içer tamam. Parasını alır yoluna bakar. Milleti de korkuttu zaten yalandan muska falan yazıyormuş duyduğuma göre. Denk gelmedim denk gelsem bir.

- Kimse ses etmiyor mu peki, bu şekilde yapamaz. Cemaati başsız bırakamaz.

- Ben bilmem orası artık sende, artık sen mi kıldırırsın o mu başka yere gider bilmem, aranızda.


Camiye varmış, bir iki camı kırık, dış demir kapısı açık, şadırvanı çatlak bir cami çıkmıştı karşıma. Beklediğimden çok uzak bir manzarayla karşılaşmıştım ama ben yılmazdım. Allah’ın evi burası, elbet toparlayacaktım.


- Hoca, şurada köşede imamın evi var, pek de kullanmaz beyefendi, tenezzül etmez. Anahtarı da paspasın altındadır girersin kalırsın. Başka bir şey olursa da kahvede sorarsın beni. Haydi eyvallah.


Muhtar pek sert biriydi, daha soru bile soramadan arkasını dönüp gitmişti bile. Şimdi sadece ben ve camları noksan cami kalmıştık meydanda. Şöyle bir etrafıma bakındım, gerçekten de kimse yoktu; ses bile yoktu. Muhtarın dediği eve doğru ilerleyerek paspasın altından anahtarı çıkardım, kilit pas tutmuştu. Zorla da olsa kapıyı açarak içeri girdim. Örümcek ağlarıyla çevrili iki oda, içerisinde birkaç kanepe ve eski usul şömineden oluşmaktaydı. Ortalığı biraz toparlamak için ışığı yakmak istediğimde elektriğin olmadığını fark ettim. Artık hiçbir şeye can sıkamayacak kadar yorgun ve bitkindim. Arka cebimden çakmağı çıkartarak istiflenmiş birkaç odunla direkt şömineyi yaktım, ardından yanındaki kanepeye uzandım. Her şey çok hızlı gelişmiş, olan biteni bir türlü idrak edememiştim. Hak yolunda ilerlemenin bu kadar zor olacağı hiç aklımın ucundan geçmezdi. Birilerinin din adına halkı sömürmesine izin versem daha mı iyiydi? Ya benim Rabbime olan inancım nereye gidecekti? Üstelik bunu yaparken hak yolunda yürüyorum demeyi utanmadan dilinden düşürmeyenlerin çarkına da çomak sokmuştum. İçinde bulunduğum durum, rahatsız edici olabilirdi evet ama pişman değildim, bin kere sürülmeye razıyım. Tüm bu olanları düşünürken babamı ihmal ettiğim aklıma geldi. Cebimden telefonu çıkartıp aramalara baktım, babam iki kere aramış, hiçbirini duymamıştım. Gece vakti konuşacak takatim olmadığı için geri aramak istemedim. Saatimi sabah namazına kurarak direkt uykuya daldım.


“Esselamü aleyküm rahmetullah... Esselamü aleyküm rahmetullah.”


Selamımı verip, seccadenin önüne uzanarak elime tespihi aldım. Her bir tane sayısı kadar kardeşim için, onun ahiretine katkıda bulunabilmek için, hiç aksatmadan dua ederim her namazda. Tam on yıl önce canımdan parçayı toprağın altına bırakmış, sonrasında oradan oraya savrulmuştum. Tek değerlimi ciğerimden kopartıp götürmüşlerdi. Bir gece rüya da olsa onu bulup sarılabilmek için, her namazda Rabbime yalvardım, olmadı. Göz çizgilerinin masumiyeti onu peygamber efendimize komşu eylemiştir umarım. En az onun kadar masum ve temizdi çünkü. Tespihi elimden bırakırken gözümden acı bir zerre süzülmüştü çoktan. Derimi acıtan tuzlu sızıyı silerek kalktım seccadeden, dikkatlice katladım. Annemin dantellerini bozmadan dolabın içine yerleştirdim. Dolabın aynasında gördüğüm kişi, acımı öfkeye dönüştürmeye yetmişti. İşte tekrar karşımdaydı;


- Ne oldu Feyzullah, tek mi kaldın?

- Nasıl geldin lan buraya, Allahsız?

- Yakışıyor mu hiç Feyzullah, gündüz vakti günaha giriyorsun? Hem biz Allah için cihat etmez miyiz? Namaz çıkışı cemaatten para toplanacak, bizim caminin müezzini olarak da müftülükten seni görevlendirdiler haberin olsun.

 - Haydi lan oradan, hırsızlar. Fakir fukaranın dişinden tırnağından ayırdığı üç kuruşu size yedirir miyim ben? Allahtan korkmazsınız bari kul hakkından korkun.

- Sen bilirsin Feyzullah, Allah için savaşmayı kabul etmiyorsun demek ki. Kafirlerden bir farkın kalmamış senin de. Seni hizaya getirmeye çalıştım ama olmadı, hak yolunda küfre düştün. Sınıf farkı dedin, zengin fakir dedin durdun. Allah bunları böyle verdiyse bizim suçumuz ne? Ne haddine senin yüce Rabbimizi sorgulamak?

- Siz Allah’ın yolunu kirletenlersiniz, köpekler.


Kalp atışlarımı beynimde hissetmiş, öfkeyle Nevzat’ın üstüne dalmak istemiştim. Dudaklarım kilitleniyor, konuşamıyordum. Üzerine atlayıp boğazına sarılmak istedim, nefsim körelmişti sanki, düşünemiyordum hiçbir şeyi. O ise oturmuş, ben çırpınırken karşımda kahkaha atıyordu. Şerefsiz Nevzat, buralara kadar sürülmemin tek sebebi sendin.


Sırtımda bir sertlik hissettim, gözlerimi açtığımda ortalıkta ne Nevzat vardı ne de başkası. Geceden kalma birkaç odun parçası, birkaç kor köz, bir de alarmından önce uyandığım takoz telefon. Az önceki cani hislerim için tövbe ederek başlamıştım güne. Alacakaranlık penceremden içeri girmiş şöminenin önüne vuruyordu çoktan. Yataktan kalktığımda uzun otobüs yolculuğundan kalma kasılmalar bacaklarımdaki mevcudiyetini hız kesmeden sürdürüyordu. Ovaladım önce güzelce, sonra valizimden birkaç parça kıyafet, cübbe ve sarığımı çıkardım. Vakit kaybetmeden kapıya yöneldim, saat dört olmuştu bile çoktan. Abdestimi alıp cami avlusunda cemaati karşılayacaktım. Bugün ilk günümdü, cemaatle tanışmak, onlarla kaynaşmak istedim. Hem biraz caminin durumu hakkında fikir sahibi olurdum hem de bizim kayıp imamın nerede olduğunu öğrenmeye çalışırdım.


Toz toprak içinde kalmış avludan geçerek şadırvana doğru ilerledim. Muslukların çoğu çalışmıyor, en baştakinden de azıcık su akıyordu. Hiç yoktan iyiydi; su, az da olsa çare yoktu. Abdestimi aldım, sarığımı ve cübbemi giyerek caminin kapısına doğru ilerledim. Tahmin ettiğim gibi, kapı açıktı fakat içeride göreceğim manzaranın dışarıdakiyle aynı olmasından korkuyordum. İçimdeki korku merakıma engel olamamıştı, elimi kapının koluna attım ve hiç beklemeden açtım kapıyı. İçerisi nispeten bakımlıydı, birkaç dokunuşla işleyişe uygun hâle getirilebilirdi. En fazla 50 kişilik cemaatin sığabileceği bir yerdi zaten. Köye bakılırsa da nüfus ancak iki yüz-iki yüz elli civarındaydı. İçerisinin toparlanabilir olmasının rahatlığıyla avluya geri döndüm. Taşları kırık avludan merdivenlere doğru ilerledim, ellerimi önümde bağlayıp bir süre beklemeye başladım. Karşımdaki yolda taşlardan başka kimse yoktu, cebimden saati çıkardım ezana dört dakika var. Bu köyün yaşlı ahalisi nerede? Hani sadece onlar kıldırırdı namazı? Çare yok, cemaatsiz de olsa kılacağım namazımı. Keyfi namaz aksatmak da olmazdı hem, ahiret hayatı beşer hayattan daha önemli neticede. Umudumu keserek camiye döndüm, cemaatsiz de olsam direkt minbere yöneldim. Bugün olmasa da belki bir gün, arkamda din kardeşlerimle saf tutacaktım, elbet olacaktı. Cübbemi kırıştırmadan dikkatlice Rabbimin huzurunda eğildim.


Namaz bitmişti, kardeşim için dualarımı da eksik etmemiştim. Tespihimin son tanesinde de cami ve köy için okumayı da eksiltmedim. Cemaatsiz ne imam ne de caminin anlamı vardı keza. Sarığımı ve cübbemi çıkararak minberin önüne bıraktım. Allah’ın evinden hırsızlık yapmazlardı herhalde. Hem sarık ve cübbeyi çalıp ne yapacaklardı ki? Kapıya doğru ilerlerken kilitlemek aklıma geldi ama daha anahtarın nerede olduğunu bile bilmiyordum. İyisi mi, köy kahvesine inip kendim köylüyle tanışmalıydım. Kapının önünden yola çıktığımda önümden ufak boylu, pantolonu belinden düşen bir çocuk, sessiz, kafası önde yürümekteydi.


- Çocuk… Kardeş… Kardeşim…


diye seslendim.


Çocuk arkasını döndü fakat gözleri uykudan neredeyse kapanmak üzereydi. Ya da kapanmıştı sahiden ayakları onu götürüyordu. Cevap vermedi, sadece dönüp benim ne diyeceğimi bekliyordu. Yaklaştıkça çocuğun dün bana para üstünü getiren çaycı çırağı olduğunu fark ettim.


- Sen çaycı çocuk değil misin, burada ne işin var?

- Abi geç kalıyorum, bırak beni gideyim!

- Dur hele bir mübarek, gidersin. Önce bir tanışalım seninle. Bak ben bu caminin yeni müezziniyim, adım Feyzullah. Senin adın ne?

- “Adım mı… Şey abi… Abi geç kalıyorum usta kızacak, ben gideyim.


Çocuk soruya bile cevap vermeden hızlı adımlarla ilerlemeye başladı. İzin vermek gelmedi içimden, bir problem vardı bu çocukta, öğrenecektim. Daha sütten kesilmemiş çocuk bu saatte buralarda olmamalıydı.


- Dur hele çocuk önce bir adını söyle, köy meydanına inelim ben seni göndereceğim.

- Adım Erhan abi.

- Gel bakalım Erhan, aynı yolun yolcusu olalım seninle.

- ...

- Sen yolu biliyorsun herhalde Erhan, evin buralarda mı?

- Evet abi, yukarıdadır evim.

- Tek misin, annen baban nerede?

- …

- Anladım tamam, konuşmayı sevmiyorsun. Erhan, ben bu köye yeni geldim kardeşim, dün beni çay ocağında gördün ya? Hah işte, daha yeni inmiştim vilayete. Benim burada hiç arkadaşım yok, benimle arkadaş olur musun? Hem tek kalmamış olurum?

- Ben mi abi? Arkadaş mı olacağız? Ama sen benden büyüksün.

- Ne olmuş yani büyüksem, bak ben çok konuşkanım sen hiç konuşmuyorsun, iyi anlaşırız işte. Ben konuşurum sen dinlersin, ne dersin?”

- ...


Kesin bir şeyler vardı bu çocukta, bir tarafı yamalı bu çocuğun ama belli etmiyor. Üstelik o yamayı başkası sarmamış, kendi sarmış. Hem de bu yaşında.


- Epeydir yürüyoruz Erhan, yaklaşmadık mı kahveye?

- Yaklaştık abi, şu evin ilerisinde.

- Aç mısın Erhan, gel seninle güzel bir kahvaltı edelim olmaz mı?

- Geç kalırım abi, usta çok kızar.

- Karnını nerede doyuracaksın?

- Ben dükkânı açınca usta bir şeyler alıp gelmiş olur. O yedikten sonra iş olmazsa ben karnımı doyururum abi.

- Öyle şey olur muymuş? Aç karnına çalışılır mıymış hiç? Hiç mi vicdan yok ustanda?

- ...

- Erhan, bir şey diyeceğim ama kızma sakın. Ben sana para versem, dükkânı açmadan güzelce karnını doyursan nasıl olur kardeşim. Hemen itiraz etme bak, dün koştun o kadar arkamdan, hakkımı teslim ettin.

- ...

- Olur, olur.


Arka cebimden cüzdanımı çıkardım, 60 lira iki fotoğraf, maaşa var 20 gün. Allah büyüktür, çocuğun karnı doysun o bana yeter. Bir yirmilik çıkartıp uzattım Erhan’a;


- Almayacak mısın? Al al!


Çocuk almayınca zorla cebine koydum.


- Allah razı olsun abi.


Köy meydanına giriş yapmış, sol tarafımda kahveye usulca gelmekte olan ahali belirmişti.


- Erhan bak ben hep buradayım, burada değilsem camideyim. Bir ihtiyacın olursa çekinme sakın, gel. Hadi şimdi var git yoluna ama ilk iş güzel bir karnını doyur.

- Allah razı olsun abi.

- Nasıl gideceksin, vilayet uzak değil mi?

- Yürürüm abi, ya da bir arabanın arkasına takılırım fark ettirmeden.

- Bu köyde kimse seni tanımaz mı, vilayete inen biri götürür illaki. Gel bir kahveye soralım.

- Yok abi kahve olmaz, kahveye gitme… Kahve olmaz.


Çocuk arkasına bile bakmadan koşarak uzaklaştı, daha dur bile diyemeden gözden kaybolmuştu. Çok şaşırmıştım. Bu çocuğun kahveden korkmasını gerektirecek sebep ne olabilirdi ki? Şaşkınlığımı gizleyemeden kahveye doğru yöneldim, tıklım tıklım dolmuştu çoktan. Namaz kılmaya gelmeyen ahali sabahın köründe dizilmişlerdi dükkâna. Gerçi en fazla on beş kişi ya vardı ya da yoktu.


- Selamünaleyküm.


Ahali beni görünce biraz çekindi, içlerine kapanık bir sesle toplu halde;


- Aleykümselam.


Ocakçıyla göz göze gelince kafasını eğerek hoş geldin çekti. Cam dibine köşeye oturdum, elbet biri gelip kim olduğumu merak edip soracaktı. Ocakçı elinde çayla bana doğru yöneldi, çayı önüme bıraktı.


- Hoş geldin, hocam.

- Hoş bulduk abi, sağ olasın.

- Bizim muhtar senin derdini çözebildi mi?

- Yardımcı oldu, Allah razı olsun.

- Birazdan gelir zaten hocam, gene bir ihtiyacın olursa söylersin. Aç mısın, imamın evi eskidir, bir şey hazırlatayım mı bizim hanıma?

- Abi zahmet olmasın?

- Yok hocam ne zahmeti, sen otur ben geliyorum şimdi. Tevfik emmi, dükkan sana emanet. Geliyorum hocam bekle sen, çayın biterse doldur.


Mahcup bir tavırla kafamı salladım, insanlara yük olmayı oldum olası hiç sevmemişimdir. Ocakçı eli açık biriydi belli ki, hiç tereddüt etmemişti sormaktan, Allah razı olsun. Belki köy havasındandır bu kadar iyi davranmaları, bizim oralarda hiç karşılaşmadım böyle şeylere. Selam versen suratına bakmazlar bazen. Kapı açıldı, kafamı kapıya çevirdiğimde muhtar karşımdaydı, selamını verdi ve bana yöneldi.


- Hoca, n’aptın beğendin mi evini?

- Çok şükür muhtar amca.

- Senin devre, iyi bakabilmiş mi bari?

- Şükür. Bunu bulamayanlar var, ben toparlarım inşallah orayı.

- İyi iyi, açıkta kalma da.


Ocakçı elinde birkaç poşetle içeri girdi yanıma gelerek önüme koydu. Muhtar, poşetlere bakıp yiyecek bir şeyler olduğunu görünce yüzüme baktı


- Yemek yemedin mi hoca?

- Yok muhtar fırsat olmadı daha, evi daha toparlayamadım malum. Sabah namazına kalktım cemaati bekledim ama ne gelen oldu ne giden. Kahveye geleyim dedim ahali nerede merak ettim.


Muhtar şaşırmamıştı nedense gülümsedi, yüksek sesle;


- Olmaz mı hoca, bunlar ne Müslüman sen bilmezsin. Hiç namaz aksatmazlar baksana, iki tane imam geldiğine göre.

Kahve ahalisi benim hoca olduğumu anlayınca, özellikle yaşlı kısmı direkt bana baktılar ve sırayla “Hoş gelmişsin hoca” dediler. Muhtar niyeyse şaşırmamıştı olanlara.


- Böyle olmaz hoca, kalk elindekileri senin eve bırakalım oradan benim eve geçer kahvaltı ederiz.

- Zahmet olmasın amca, idare ederim ben.

- Kalk sen kalk.


Ocakçıya dönerek kafa salladım, muhtar önümden çoktan yol almıştı bile, peşine takıldım hemen.


- Hoca burası böyledir, bunlardan çok umutlanma. Senin devre bunların aklını aldı, küçük yer tabii şimdi; ben kızıyorum diye beni de düşman bellediler, çoğu selamı sabahı kesti. Bu senin imam cemaatlere çok takılır, ondan köye gidip gelmez. Gelince de millete okuyup üfler yalandan. Allah yolunda işlerim var hafızlar benim yerime bakar diye gider vilayete, kimse de sesini çıkarmaz.

- Olur mu öyle şey, onun görevi burada. Sen hiç mi ses etmedin.

- Dinlemiyor musun hoca… Bana da düşman kesildiler diyorum ya. Ben bu imamı çektim uyardım birkaç kez, sonra bana da kafir dediler. Kahvede arkamdan da konuşuyormuş duyduğuma göre. Bunlar bir değişiktir, gerçi sen içlerindesin bilirsin.

- Benim öyle olmadığımı nereden biliyorsun muhtar?

- O da senin bileceğin iş hoca, o zaman seninle de ters düşeriz, dedi ve gülümsedi.


Camiye varmış, demir kapıdan içeri girip eve doğru ilerlemiştik. Evden içeri girince muhtar etrafa bir baktı ve sinirlendi, kaldığım kanepeyi ve valizimi görünce yüzü ekşidi bir;


- Bak şerefsize hele ya, biz bu evi teslim ettiğimizde insan yaşardı içinde, şimdi iti bağlasan durmaz. Burada nasıl uyudun hoca?

- Yorgundum muhtar amca, hiç fark etmemişim.

- Bir de toparlarım diyorsun, burası bir gecede toparlanacak gibi değil ki.”

- Yok amca, namazlardan kalan vakitlerde ben toparlarım burayı sen hiç merak etme.

- Olmaz öyle, topla sen valizini şimdi gidelim benim eve kahvaltını et benim evin altında oda var boştur. Bizim oğlan gitti gideli kimse gelmez. Zaten kendi de gelmiyor şerefsiz, bu evi toparlayana kadar seni oraya yerleştirelim.

-  Hiç öyle şey olur mu? Ben burada iyiyim, sen zahmet etme. Rahatsızlık vermeyeyim.

- Ne diyorsam onu yap hoca, elbet hesaplaşırız.


Muhtardan çekiniyordum ama başka çarem de yok gibiydi. Mecburen kabul ettim. Benden önce çıkmıştı bile evden. Mizacı böyleydi herhalde ya da hoca sevmiyordu. Hoca sevmese evine davet eder miydi ki? Örümceklerle uyumaktansa belli ki bir süre hayatı akışına bırakmalıydım, hem muhtara köy işlerinde yardım edersem vicdani borcumu ödemiş olurdum belki. Muhtar önümden giderken hızlı adımlara ona yetişmeye çalıştım.


- Muhtar amca, sana bir şey soracağım.

- Buyur hoca.

- Bu sabah namazdan sonra caminin önünden bir çocuk geçti vilayette de denk geldim dün. Yoksula benziyordu amca, tanır mısın bu çocuğu?

- Köyde Allah bilir kaç tane çocuk var hoca, hangisi? İsmini cismini bilmez misin?

- Sarı kafalı bir çocuk amca dokuz on yaşlarında. Adı Erhan.

- Caminin oradan mı geçti demiştin?

- Evet.

- Ha sen bizim hırsızın oğlunu diyorsun.

- Hırsız mı?

- Hırsız.

- Niye öyle diyorlar ki, bir şey mi çalmış?

- Bunun babası aslen buralı değil, sonradan göçme. Zamanında geldi köye yerleşti, sonradan hanımını kaybetti. Çocuk gözükmezdi o ara ama sonra baktık ki çocuğu var. Aslen bu ilk geldiğinde hanımıyla köy ahalisine toprakta yardım ederdi. Köyden değil diye hor gördüler, üç kuruşa çalıştırdılar. Öyle gündelik işlerle rızkını çıkartırdı. Sonra bu bir ara ortadan kayboldu; hanımı elinde bir çocuk, sürünüyor ortalıkta. Bir müddet sonra öğrendik kumara falan karışmış, alacaklılar peşinde. Hanımı da çocuğa bakacağım diye gündelik işlerde çalışmaya başlamış vilayette. Tabii fazla imkan yok, kadın mecbur bir yere tutunmuş. Hüseyin kandırıp mekanına almış bunu. Kadının yanında kumar çevirmeye başlamışlar. Ayyaşı, sarhoşu ne ararsan var. Küçük yer tabii, burada namusuyla çalıştırırlar mı hiç? Hemen göz koymuşlar bacıya. Bir gece alacaklılar duymuş hırsızın karısının orada olduğunu, Hüseyin’in mekâna gidip kocanın bize borcu var diye namusuna geçmişler. Yaka paça yırtık sokakta buluyor hanımını bizim hırsız, kadının ağzı yüzü kan. Adam o hâlini görünce deliriyor tabii, basıyor dükkânı. Önce bir güzel dövüyor hepsini, sonra hıncını alamıyor, ekmek bıçağını takıyor heriflere, sonra içeri giriyor. Anası sokağa çıkamıyordu bile, dayanamadı kesti bileklerini garibim. Çocuk da öylece kaldı sokaklarda. Adını çıkardılar orospunun oğlu diye, kimse suratına bakmadı. Babası da artık içeride mi sakat kaldı dışarı da mı bilmiyorum, döndüğünde sakattı. Vücudun bir tarafı aksıyor, yüz desen tanınmayacak halde. Geldi vilayete çocuğu buldu, çocuk bir deri bir kemik, ha bire dövmüşler bunu. Para kazanamayınca garip, hırsızlığa da başlamış. Babası kumarcıydı ondan alıştı dediler, adı hırsızın oğlu kaldı. Senin caminin yukarısında derme çatma bir yer var oraya yerleştiler. Şimdi kimse yüzüne bakmaz bunların, baba katil, ana orospu, çocuğu hırsız. Sen bilmezsin hoca, buralarda kötü laf çok tez vakitte yayılır. Bir kere adın çıktı mı, daha da temizleyemezsin. Burada bile duyulduğunda çalkalandı ortalık. Köyde bile sırf anası yüzünden defalarca dövdüler çocuğu. Şimdi sesi soluğu çıkmaz, öyle gezer sokaklarda. Pinti Aydın yanına aldı, karın tokluğuna çalıştırmaya başladı. Üç kuruş için çay falan dağıtır, dükkân temizler. Arada bir kaybolur bu çocuk, köyde gözükmez. Sonra bir bakarız, elinde poşetlerle gelmiş meydandan yukarı yürüyor. Konuşmayı denedim ama ne zaman seslensem hep kaçtı.


Duyduklarım karşısında şoka uğramış, nefes alırken boğazımdan mideme kadar çelik bir bıçak dayanmıştı sanki. Soluk alamıyor, adeta dikenden teller ciğerlerimi sıkıştırıyor gibiydi. Nasıl olurdu, insanlar nasıl bu kadarına izin verirdi? İnsanlar bu kadar kör olabilir miydi? Herkes mi “çocuk neyin var?” demekten kaçındı? Ya Rabbim; Rabbim nasıl izin verdi bunca olanlara? O kadının, o çocuğun bunları hak edecek kadar ne günahı vardı? Neden bütün bunlar yaşanmıştı?.


- Nasıl olur muhtar, nasıl? Bu kadarına nasıl göz yumabildiniz, nasıl izin verebildiniz? Hepsini geçtim, madem bunları sen biliyorsun, neden sen ses etmedin?


Muhtar, söylediklerime sinirlenmiş olacak ki, duraksamıştı. Donuk yüzünün altındaki öfkeyi okuyabiliyor, ne olacağını kestiremediğim için karşı çıkmaktan çekiniyordum.


- Nasıl mı izin verdim? Bütün bu olanların suçlusu ben miyim sanıyorsun? Bak hoca fevrisin, gençsin belli ki anlıyorum. Ama buralarda bir günah işleniyorsa, bunu herkesin bilmesi yeterlidir. Sana o yüzden dedim, bunlardan fazla umutlanma diye. Biri bugün çıkar hırsızlık yapar, tecavüz eder, kul hakkına girer ve bu küfrü etrafındakilerle paylaşırsa kimsenin sesi çıkmaz. Ha ama eğer azınlığa, güçsüze, masuma bir kılıç çekildiyse o kılıç mazlumun ciğerine girmeden kimse rahat etmez. Hep birlikte işlenen günahın bedeli olmaz hoca, faili belli değildir çünkü. Eğer ki sen onlardan değilsen, ötekiysen yaşamaya hakkın yoktur. Aynı o kadın gibi, çocuk gibi, babası gibi. Eğer bir suç varsai buradaki aşağılık insanların vicdanını ilgilendirir, benimkini değil. Burada ne pislikler döndü senin haberin yok. Fazla da kurcalama, eşek bilmediği otu yerse başı ağrır.


Muhtarın sert tavrının altında ne kadar çaresiz durumda olduğunu hissetmiştim. Yürekli ama gücü yetmiyor, baş kaldıramıyor. Muhtar bu kadar ötekiydi madem, nasıl muhtar seçmişlerdi bu adamı? Muhtar olduktan sonra mı fark etti bu insanların bu kadar kötü olabileceğini, yoksa tamamı ile onlardan biri miydi? Bilmiyorum, kafam allak bullak. Beni nasıl bir yere sürmüşlerdi bunlar, nereye düşmüştüm? Daha ilk günden umudum kırılma noktasına gelmiş, Rabbimden çıkış dilenir hâle gelmiştim. Ben bu insanlarla nasıl baş edecektim?


- Muhtar, saygısızlık ettiysem affola. Ben Allah’ın kitabını yol edinmiş, Elçisinin nesline kendimi adamış biriyim. Onun kitabında şöyle buyurur; “Gördün mü, hesap ve ceza gününü yalanlayanı? İşte o, yetimi itip kakan, yoksula yedirmeyi özendirmeyen kimsedir. Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar.” Sen söyle şimdi muhtar amca, ben bu insanlara nasıl yol göstereceğim. Daha camide cemaat yokken, ben nasıl elçilik edeceğim.


Muhtar gülümsedi, cevap bile vermedi; sanki bu olanlar daha önce yaşanmış gibiydi. Muhtar neden böyleydi ki, onu bu raddeye getiren etmenleri merak ediyordum. Aynı etmenlerin gölgesinde kalmaktan da endişe duyuyordum. Sohbet esnasında muhtarın evine gelmiş, tahta kapıdan içeri girmiştik. Yolun nasıl geçtiğine dair hiçbir fikrim yoktu. Keza bana anlatılanların ışığı gözlerimi kapatmaya yetmişti. Alt kısmın dar merdiveninden üst kata elimdeki valizle ağır ağır çıkarak veranda-vari balkona giriş yaptık. Bu sırada muhtarın hanımı olduğunu düşündüğüm kişi, yüzünü kapatarak kapının ucunda bizi karşıladı. Yüzümü kapattım, kafamı eğerek muhtarla birlikte balkonun en köşesine geçtik. Muhtar minderi alarak tahta balkonun köşe kısmına sırtını dayadı, bana da iki minder vererek hemen çaprazına oturttu.


- Hanım, şu oğlana yiyecek bir şeyler hazırla. Caminin hocasıdır.


Teyze hiç sesini çıkarmamıştı, sadece yarım ağız “Hoş geldin” dedi. Neden burada bu çocuk bile diyemedi. Ben ise verdiğim zahmetin utancıyla ses çıkaramamıştım. En son yediğim yemek, muavin çocuğun verdiği bayat üzümlü kek ve bir demsiz çaydı. Bizim muhtar amca hiç sesini çıkartmıyor, gözünü diktiği kapıdan başka bir yere odaklanmıyordu. Bir ara köy yolundan geçen arabaları keser gibi oldu ama sonradan tekrar gözünü kapıya dikti. Kafasını çevirmesiyle birlikte hanım teyzenin içeri girmesi bir olmuştu. Elinde birkaç tabak, kocaman bir tepsi, yeşil soğan, zeytin, peynir, ve yarısı kesilmiş köy ekmeği. Zayıf bir sesle;


- Çay birazdan olacak muhtar efendi, dedi.


Muhtar her zamanki gibi cevap vermeyerek ardına bakmaya devam etti. Muhtar ses etmediği için ayıp olmasın diyerek yemeğe başlamak istemedim. Anlamış olacaktı ki kafasını çevirmeden;


- Hoca ye sen yemeğini, boşuna gelmedin buraya.

- Allah razı olsun muhtar amca, var ol.


O kadar acıkmıştım ki, artık ne ayıbın ne de yabancının farkındaydım. Tereyağlı köy ekmeği de cabasıydı, en son böylesini annemin elinden yemiştim. Kardeşimin benden önce bitirip benim ekmeğime göz dikmesi geldi aklıma. Kıyamazdım her seferinde bilerek yavaş yerdim. Onun gönlü olsun diye her şeyi yapabilecek güce sahip hissediyordum yanımdayken. Bu hatıranın masumiyetiyle duraksadım biraz, bakakalmışım sofraya. Muhtar durumu fark etmiş olacak ki;


- Beğenmedin mi hoca yoksa, şehirdekine benzetememiş miyiz?

- Estağfurullah amca ne haddime, ekmek annemin yaptığına benzemiş. Kardeşimle olan bir anım aklıma geldi.


Muhtarın eşinin yüzünün güldüğünü gözlerinden anlayabiliyordum. Oğlunu özlemiş olacak belli ki, geldiğimden beri benimle pek bir ilgilenmişti. Ekmeği beğendiğimi dile getirince de;


- Sen ye oğlum, ben de senin annen sayılırım. Biterse gene iste, çekinme yabancı değiliz.


İlk geldiğimde kadının memnun olmayışıyla sonradan iyi davranmasının arasındaki tezatlık, dikkatimi çekmişti.


- Allah razı olsun ana, ellerine sağlık. Allah yerini fazlasıyla doldursun inşallah.

- Amin, oğul.


Muhtar sonunda gözlerini kapıdan ayırabilmişti, sanırım birini bekliyordu. Hızlı yürümesinin sebebi de buydu galiba, sürekli evde bulunma isteği. Biri gelirse diye hep evde durmak istiyordu belki de. Muhtarın kaba görünüşünün altında bir sürü kırık düşler olduğuna emindim artık. Bir süre sofraya baktıktan sonra bana dönüp;


- Kardeşim dedin hoca, anan baban sağ mı, neredensin?

- Annemle kardeşim sizlere ömür, Babam sağ. Ankara’da müezzinlik yaptığım camiye yakın bir yerde oturur.

- Kim bakıyor şimdi ona?”

- Eli ayağı tutuyor çok şükür, ama ilerde ne olur bilmem. Beni de buraya sürdüler de bir şeyi olursa nasıl gideceğim diye düşünüyorum.

- Sürdüler mi?

- Tayin buraya çıktı anlamında, hem sürgün sayılmaz mı?

- Haklısın, yolunu izini bilmediğin ücra bir yer. Biz alışığız da sana sürgün sayılır. Annen, kardeşin nasıl vefat etti, kaza mı yoksa

- Annem eceliyle öldü, altmış sekizine merdiven dayamıştı, bir sabah uyandığımızda ne ses vardı ne soluk. Kaldırdık hastaneye yetiştirmeye çalıştık ama nafile. Rabbim birden bana öksüz kaldın dedi, öyle de oldu. Kardeşimi de ben on sekiz yaşındayken kaybettik. Top koşturduğumuz bir arsa vardı mahallede. Bizim mahalleler eskidir biraz muhtar hiç geldin mi bilmem. Vakti zamanında kentsel dönüşüm diye gecekonduları yıktılar yenilerini yapacağız diye ama tabi kimse oralı olmadı tabi. Mahallenin arasından kocaman asfalt geçirdiler. Bizim sahanın yanına denk geldi. O günü çok iyi hatırlıyorum, akşam üzeriydi, ben evdeydim annemle birlikte oturmuştuk karşılıklı. Büyük bir gürültü duyduk, camdan çıktım ama duman görüyordum sadece başka hiçbir şey yoktu. Bir koşuşturma dışarı çıktım, meğer bir tane tır bariyerleri aşıp direkt bizim çocukların olduğu arsaya girmiş. Arsaya koşup yaklaştığımda tırın altında kalmış kardeşimle direkt göz göze geldim. Sadece kardeşim olsa iyi, dokuz tane çocuk çıkarttık o arsadan. Direksiyon başında uyumuş şoför efendi. Birileri üç kuruş fazla kazansın diye ben kardeşimi kara toprağa verdim o gün. Anasızlığa, babasızlığa bir isim bulunuyor da kardeşsizliğin adını biliyorsan sen söyle muhtar. Bir parçam orada koptu işte, sonradan büyüdük bu yola baş koyduk. Usul usul yürüyorum şimdi.


Muhtar anlattıklarımdan etkilenmemiş gibiydi, gerçi özel olarak da etkileme çabam yoktu. Teyzenin gözleri dolmuş ama muhtar ses bile etmemişti. Çok da üstelemeyerek konuyu kaparmışçasına;


- Başın sağ olsun hoca.


Diyerek geçiştirdi. Kafamı salladım, elimi kalbime götürüp indirdim. Ben de bu konuyu çok irdelemekten hoşlanmazdım zaten. Ne zaman aklıma gelse kardeşimin görüntüsü gözümün önünden gitmezdi. Üstelemedim, yabancı bir yerde ağlamak hoş olmazdı. Boğazıma takılan yumruyu bastırabilmek için yemeğe devam ettim. Bir müddet yedikten sonra karnımın doluluğunun verdiği hazzı tüm vücudumda hissetmiştim, bacaklarımdaki kramplar da yok olmuştu. Muhtar da doymuş olduğumu anlayacak ki;


- Şimdi senle aşağı inelim hoca, valizini bırak oradan da kahveye geçireyim seni. Benim vilayete inmem lazım akşam geldiğimde birlikte eve geliriz.

- Allah razı olsun muhtar amca, sen nasıl dersen.


Gene muhtarın dediğinden çıkamamış, tereddütkâr adımlarla onu takip etmiştim. Alt katta bir tek göz odanın olduğu kapıyı açarak içeri girdik. Tek bir yatak, masa, sandalye bir de komodin. Caminin yanındaki eve nazaran burası cennet sayılırdı. Sonunda uzun süre sonra bir gece belki de rahat uyuyacaktım. Valizimi yerleştiremedim bile, muhtar gene benden önce çıkıp gitmişti. Valizi yatağın yanına bırakıp bir hışımla peşinden fırladım. Kendi bir şeyleri hissetmiş olacak ki yanına gittiğimde lafa girdi;


- Bizim hanım oğlanı özlüyor hoca, bakma eve girdiğimizde onu bekliyordu, o yüzden suratı düştü. Her kapıdan geleni o zannediyor

- Estağfurullah, oğlan nerede ki senin?

- Önce vilayete sonra büyük şehre gideceğim diye on küsur sene önce çıktı gitti. Gidiş o gidiş, daha da geri dönmedi. Gittiğinde yirmi yaşındaydı, şimdi kaç yaşında Allah bilir. Kaç sene oldu, saymayı da bıraktım gerçi. İş bulamadı, köyde durmayı da istemedi, arkadaşları zar zor okudu ya da polis oldu çıktı gitti buralardan, bizimki onu bile olamadı. Okusun çok istedim ama haytayı bir türlü okutamadım. Çekip gittiğinde durdurmadım bile, çıkarsan gelemezsin dedim. Bu hayata mahkum değilim dedi vurdu kapıyı çıktı. Sanki biz çok memnunuz hayatımızdan. Anasının saçları ağardı beklemekten. Beni de aramaz şerefsiz, anasını arar arada hal hatır sorar tamam. Ne bayram ne seyran daha gelip el öpüp af dilediğini görmedim.

- Allah kavuştursun muhtar, sağ olsun da geç olsun. Elbet çıkar gelir.

- Orası öyle tabi ama… Neyse. Evladın olur da çıkıp giderse, beni o zaman anlarsın.


Yanlış bir şey söylemiştim galiba istemeden. Muhtarı kırmak, üzmek ya da acısını tetiklemek istememiştim ama olmuştu işte. Muhtar pek belli etmiyordu ama sürekli kapıya bakışı, sürekli evde olma isteğinden anlamıştım, o da özlüyordu hem de çok. Pişmanlığı da cabası fakat asla bahsetmiyordu. Her babanın biraz da içinde yaşadığı gerçeği önüme örnekleriyle sunulmuştu bir daha Rabbim tarafından. Her baba önce kendi evladını büyütür, sonra içindeki çocuğu. Çok kızarlar, çok karşı gelirler ama sonradan evladıyla birlikte onlar da büyür. Muhtar biraz geç büyümüştü ama büyümüştü. Eskiden hiçbir şey demeyen kaba saba bir baba olduğuna emindim. En değerlisini kaybedince gurur çeşmesinden su içilmemesi gerektiğini anlamıştı fakat iş işten geçmişti.


Kahveye doğru ilerlerken muhtar omzuma dokunup, saat on iki minibüsüne doğru ayrıldı yanımdan. Artık muhtarın evi ve kahve arasını seçebiliyordum. Daha fazla rahatsızlık vermemek için bir cesaret kendim gitmeyi denedim. Zaten en fazla da nereye kaybolabilirdim. Patika doğrudan beni kahveye çıkarmıştı bile. İçerideki kalabalığı uzaktan seçebiliyor, ne olduğuna dair kafa yormaya çalışıyordum. Adımlarımı hızlandırarak kahvenin önüne geldim. Demir kapıyı usulca açtıktan sonra kapının sesi duyulmuş olacak ki ahali dönüp bana baktı. Sandalyeler bir adama çevrilmiş koyu bir muhabbet dönüyor gibiydi. Karşımda uzun sakallı sarıklı cübbeli bir adam. Ocakçıda ocaktan durmuş seyrediyor.


- Selamünaleyküm.

Diyerek ahaliye selam verdim.


- Aleykümselam.

Ocakçı ocağından çıkarak sarıklı adamın yanına giderek elini omzuna attı;


- Hoca hoş geldin, bak bu senin imam?

- Hoş bulduk, meşhur kaçak imam bu mu?


İmam kılıklı herifin rahat tavrı birden yok olmuş daha gelir gelmez şeklini bozmuştum.


- Kaçak mı?

- Kaçak tabi, imam efendi o caminin hali ne?


Ahalinin de surat ifadesi değişmiş, daha ilk sorudaki densizliğime kaşları çatılmıştı bile.


- Hocam yol yorgunusun herhalde, gel bir otur hele soluklan. Nedir bu öfke, kim sinirlendirdi seni. Nefsini koru mübarek, biz aynı yolun yolcusuyuz.


Kavgada tanış çıkmaya çalışıp da yırtmak isteyen korkakların kullandığı argüman devreye girmişti “biz aynı yolun yolcusuyuz”. Değiliz efendim, ne seninle ne de senin gibilerle aynı yolun yolcusu değiliz. Hele muhtarın anlattığı gibi biriysen asla.

Ahalinin önünde bu herifin sahtekâr olduğunu vurmak için daha iyi bir zaman olamazdı. Bana yapılanlar daha dün gibi zihnimdeydi, intikam vakti gelip çatmıştı.


- İmam efendi, duyduğuma göre namaz kıldırmazmışsın?

- Kıldırmam değil, başka dini vecibelerle ilgilenirken vakit kalmıyor. Hocam seni ondan gönderdiler ya. Benim müftülükte işlerim var. Hem cami boş kalmadı ki Paşa Hafız benim yerime baktı camiye ben yokken.

- Hoca senin dilin ne söyler? Dükkân mı burası da biri senin yerine baksın? Ondan mı camide cemaat yok imam efendi, bu nasıl iş? Senin ümmetten önemli ne işin var? O şadırvanın, camların hali ne? Caminin önünden geçemez olmuş kimse. Mübarek cemaat bir abdest bile alamayacak mı? Hiç mi gözün görmez?


Meşhur imamın hoşgörülü tavrını kırmıştım, en azından denemiştim. Zaten o sahte ifade de yerini çatık kaşlara bırakmıştı. Ahali sorduğum soruların ilk defa sesli ifade edilmesinden şaşkındı. Ahalinin ifadesiyle imamın ifadeleri yer değiştirmişti adeta. İmamın ağzından çıkacak iki kelimeyi merakla bekliyorlardı. Ocakçının kolu da imam beyin omzundan inmişti.


- Bu nasıl iş ahali? Hiç bilmez misiniz cemaatsiz cami olmaz. Bu herif bunları yaparken siz neredeydiniz?

- Hocam sakin ol biraz, nedir bu öfke daha bismillah. Ben cemaati yalnız mı bırakmışım sor bakalım. Ne ki düğün, sünnet, mevlit hiç yanlarından eksik olmadım. Bir sor bakalım hangisi inkâr edecek. Müftülük çağırıyor ses edemiyorsun sen de biliyorsun.

- Tabii ya, işin güzel. Müftülük çağırınca her şey halloluyor değil mi? Düğün, mevlit gittin parayı aldın yoluna devam ettin yalan mı? Hadi sen de bunu inkâr et!


İpin kuyruğu kopmuştu işte tam burada. İmam sinirden ayağa fırlamış, etrafındakiler fısıldamaya başlamıştı bile. 5 dakika yetmişti bazı şeyleri insanların yüzüne vurmaya. Doğruyu görme cesareti olana tabi. İmam sağa sola bakıp fısıldaşmaları görünce;


- Seni birileri doldurmuş belli ki hoca, benden önce muhtarı görmüşsün. Burada milleti yanlış bilgilendirmek olmaz. Gel biz seninle camiye doğru konuşalım. Hem neymiş caminin hali görürüz.


Ahaliye “Allahaısmarladık” deyip cübbesini tutarak kapıya ilerledi. Sert bakışlarımla onu takip ediyor, düştüğü küfrü yüzüne iyice vurmak istiyordum. Demir kapıyı çekip benim geçmemi istedi, ardımdan da o geldi. Cami yoluna sapmışken arkamdan gelip koluma girdi;


- Ne oldu Feyzullah efendi, sen daha akıllanmadın mı?

- Ulan münafık, sen benimle nasıl böyle konuşursun, adımı nereden biliyorsun?

- N'oldu beğenemedin mi? zoruna mı gitti gerçekleri duymak?

- Ne diyorsun ulan, ne gerçeği?

- Sen buraya niye geldin Feyzullah?

- Tayinim çıktı.

- Tayinin çıktı he?


Kahkaha attı ve duraksadı. Ardından,


- Yalan söylemek büyük günah Feyzullah. Seni buraya sürmediler mi? Nevzat abiye de hırsız diyormuşsun duyduğuma göre. Ne oldu Feyzullah şaşırdın? Sen kendini çok önemli falan mı sanıyorsun? Sen ihraç edilmek yerine sürülmeyi seçen korkağın tekiydin hani? Bakıyorum da dilin açılmış, aklın başına gelmemiş daha. Hem Nevzat abimle de konuştum, ne dedi biliyor musun? "Sesi çok çıkarsa KHK-675 de o anlar". Dik başlılık yapıyormuşsun ama senin artistliğin burada sökmez. Ankara’dan çok uzaksın unutma bunu. Biraz da yaşlı babanı düşün.

- Ulan densiz, sizden korkan sizin gibi olsun. Senin de Nevzat abinin de… Tövbe estağfurullah! Bak buraya imam efendi, ister beni sürsünler tekrar, ister ihraç etsinler. Dünya ahiret iki elim yakanızda. Siz böyle zalim olduğunuz sürece, size rahat nefes aldırdığım gün de bana haram olsun. Rabbim şahittir, sonunuz ben olacağım.

- Sen gene de çok fevri düşünme mübarek adam. Sen bize lazımsın, ben derneğe para çekerken camiye kim bakacak yoksa? O kadar dükkân kirası kimin cebine gider hiç düşündün mü? Memleketi sahipsiz mi bırakalım? Hadi bugünlük seni affediyorum, yarın konuşuruz tekrar.

- Sana o paraları yedirirsem de benim adım Feyzullah değil. Güya namaz çıkışları cemaatin parasının üzerine konacaksın öyle mi? Burada niye yapamadın, garibanların parası yoktu değil mi?

- Ee Feyzullah her yiğidin bir yoğurt yiyişi var, biraz daha meslekte kal anlarsın.

- Allahtan korkun, Allahtan. Utanmaz şerefsizler.

- Biz ne için uğraşıyoruz sanıyorsun? Allah yolunda cihat etmek bedava mı ulan! Daha dün ki bok gelip bizim çarkımıza çomak mı sokacaksın? Ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin Feyzullah efendi seçim senin. Ha eğer dilin çok çıkarsa o dili keserim, daha da konuşamazsın. Anladın mı beni? Hadi eyvallah.


Çekti gitti ardından bakakaldım. Nasıl bir çetenin içine düşmüştüm, nasıl bir girdaba çekmişlerdi beni? Öyle bir ceza vermişlerdi ki adeta sınava tabi tutuyorlardı. Ya ben onları alacaktım, ya onlar beni. Fark etmez! Haksızlık karşısında susan da dilsiz şeytandır. Ben garibanı ite köpeğe ezdirmem. Peki ya sen Rabbim? Nasıl izin veriyorsun bunlara, nasıl engel olmuyorsun?

İmam şerefsizinin gidişi ardından caminin önünde yapayalnız kalmıştım. Taşlı toprakların haricinde kurbağaların ve vicdanımın sesi ancak kulağıma değiyordu. Geçmişim beni dünyanın en ücra köşesinde de terk etmeyip yumruklarını sallayarak üstüme gelmekteydi. Ahir hayatta kardeşime nasıl hesap verecektim? Sormayacak mıydı bana “Abi, arkadaşlarımın hakkını nasıl yedirdin?” diye. Kardeşimin sesi zihnimde yankılanıyor, kulaklarıma iğneler saplanıyordu. Derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştım, elbet bulacaktım bir yolunu. İlginçtir ne zaman kardeşim aklıma gelse Erhan’ı zihnimden atamıyordum özellikle muhtarın anlattıklarından sonra. Bir kez daha yenilmiştim ama dibin de dibini görmeden önce o çocuğu yalnız bırakmayacaktım. Bu puştların sofrasına onu yem etmeyecektim. Erhan’ın gelmiş olması umuduyla camiden ayrılarak yolu bilmediğim halde daldım bir maceraya. Bir yandan dikkatlice ilerleyip ortalıkta yaşam belirtisi ararken diğer yandan da imam şerefsizinin savurduğu tehditleri zihin terazimden geçiriyordum. Mantıklı hareket edip bunları alaşağı etmek zorundaydım, tek hata yapma lüksüm bile yoktu. Bazı şeylerin uğrunda feda olmak için gözüm karaydı artık, sonumun ne olacağının hiç önemi yoktu. Bütün bu düşünceleri bir kenara bırakmanın güçlüğüyle boğuşurken kafamı boşaltıp Erhan’ın bulmaya odaklanmak istedim. Biliyorum, kardeşim de bunu yapmamı isterdi. Olduğu yerden beni izliyor, hisleriyle beni yönlendiriyor, huzur buluyor. Bir kardeş koruyamadım ama kardeşim yaşında bir çocuğun da yok oluşuna izin vermeyecektim. Taşlık yolda ilerliyor, kararan havanın etkisiyle görüş mesafesini de kestiremiyordum. Camiden epeyi bir uzaklaşmış, köyün siluetini ise göremiyordum bile. Yarım yamalak derin bir virajdan sonra ateşe benzeyen cılız bir kırmızılık gözüme çarptı. Sanırım aradığım şeyi bulmuştum. Erhan burada kalıyordu ya da babası, hiç fark etmez bir şekilde onlara elimi uzatmak zorundaydım. Virajı aldıktan sonra cılız görüntü büyümüş, ağır ağır yanan açık bir ateş olduğu görülebiliyordu. Önümde tahtadan, yıkık dökük, çatısı olmayan bir ev duruyordu. İmamın evinin etrafı kapalıydı hiç değilse, buranın yaşanılabilecek hiçbir tarafı yoktu bile. Ulan muhtar sen de az değilsin, nasıl izin verdin bu insanların burada kalmasına? Millet ne dermiş! Milletin lafından korktuğunuz kadar Allahtan korkmadınız.

Eve doğru tereddütle, emin olmayan adımlarla yaklaştım, kapıda çürümüş ambalajlar ve birkaç kütük parçası beni karşıladı. Derme çatma kapıdan içeri girdiğimde ise tahtalara karton dizip üzerine de eski püskü battaniyeyle uzanmış bir adamla karşılaştım. Korkutmadan yaklaşmak istedim, kapı ucunda durup, selamünaleyküm, dedim.

Adam ateşe bakan gözlerini çeviremedi, ateşin içinde bir şeyler görüyordu sanki. Yüzünün yarısı da berbat haldeydi, konuşamıyordu bile. Yarım bir nefes ve anlaşılmayan ses tonuyla;


- Erh… Erhan…

- Korkma ağabey, ben müezzinim, aşağı köyün camisinden.

- İmam! İmam… Erhan…


Öksürüp derin bir nefes aldı ve devam etti.


- Bırak… git… bırak!


Bizim şerefsiz imamın bu garibe de zararı dokunmuş belli ki. Ne istemiş olabilir sakat adamcağızdan? Allah vurmuş bir de sen neden vuruyorsun?

Adamın yarım yamalak da olsa nefes alabildiğini görünce rahatladım, bir çok sorum vardı ama daha soramadan karşımdakini kaybetmiştim. Ne olur ne olmaz Erhan’ın gelebileceği umuduyla ateşin yanına geçip beklemeye başladım. Bir yandan etrafa bakınıyor, burada insanların nasıl kaldığına anlam vermeye çalışıyordum. Bizim şehirlerde elimizin tersiyle ittiğimiz şeylerin kırıntıları onlar için ancak lüks sayılırdı burada. Bu bataklık içerisinde kafasını yukarıda tutmaya çalışan garibanların hayatına dahil olmaktan çekinmedim. Hava kararmış, yıldızlar seçilmeye başlamıştı bile. Karşımda hırıltılarla nefes alan sakat bir adam, yanımda bir ateş, derme çatma ev. İki günde geldiğimiz noktaya bak, gerçekten beterin beteri varmış. Pişman değil, aksine mutluydum hem de hiç olmadığı kadar. Kalabalığın içinde günahlarının bir parçası olacağıma, günahsız masumlarla yok olmayı yeğlerdim.

Endişeli bekleyişin ardından sabredemedim, yarı baygın adama doğru ilerledim;


- Ağabey, duyuyor musun beni?


Adam cılız bir sesle yanıtladı.


- Erhan… Erhan… Erh…


Adamı dürtmek istesem de karşılık alamamış, yüzüne bakakalmıştım. Elimi yüzüne götürdüm, yüzünü dürttüm bu kez ama sonuç aynıydı. Anlını tuttum, kazanın içine düşmüş gibiydi. Hayatımda daha önce hiç bu kadar sıcak bir şeye temas etmemiştim sanki. Hemen yerimden kalkıp ateşten uzaklaştırdım, gömleğimden bir parça yırtıp sağa sola dağılmış şişelerin içinde kalan sularla ıslattım. Islak parçayı anlına koyup etrafta yiyeceğe dair zerre aramaya başladım. Adamın sayıklamaları artmış, nefes alışı da yavaşlamıştı. Barakanın içinde dolanıyor fakat bir çözüm üretemiyordum. Kapıya çıkmak istediğimde aradığım şey tam karşıma çıkmıştı. Ellerinde poşetler, aynı o mazlum bakış. Erhan gelmişti;


- Ne işin var burada, nasıl geldin buraya?


Ellerindeki poşetleri fırlatıp yerden bir taş alıp çatık kaşlarla bana doğruldu.


- Git buradan, defol. Şerefsiz, nasıl girdin içeri?

- Erhan benim, Feyzullah. Tanımadın mı kardeşim?

- Babam nerde, n'aptın babama?

- Sakin ol kardeşim, bırak elindeki taşı konuşalım. Bak baban da içerde.

- Ne bırakıcam lan, bırakayım da saldır di' mi? Dağın başına geldik, köye bile girmedik daha ne istiyosunuz babamdan?

- Erhan ben senden bir şey istiyor olsam, seninle arkadaş olmak ister miydim kardeşim? Hatırladın mı hani caminin orda?


Erhan anımsamış olacaktı ki duruşu değişmiş, tavrından ödün vermişti. Taşlı eli de yavaş yavaş aşağı inmeye başlamıştı.


- O abi sen miydin?

- Bendim tabii ya, merak ettim arkadaşım nasıl diye koştum geldim ama senin beni bir dövmediğin kaldı.

- Kusura bakma abi, köyden sandım seni.

- Bu köylüler ne yaptı size kardeşim? Neden korkuyorsun bu kadar?

- Yabancı dediler abi, babam sakat dinlemediler. Her gördüklerinde dövdüler, babam hasta bir su bile vermediler…. İmam, abi… anan günahkar dedi… şeytanın oğlu dedi… Babam abi, dövdüler onu… Babam nerede?


Elindeki taşı fırlatıp beni çiğneyerek içeri daldı, arkasından da ben koştum. Babasının yanına sinmiş başını okşuyor ve ona sesleniyordu.


- Babam, güzel babam. Ben geldim, uyan hadi.


Babasından karşılık alamadı, gözleri yaşardı ve bana baktı.


- Bezi sen mi koydun?

- Ateşi vardı Erhan, düşürmek için.


Dışarı koşup poşetlerle geri geldi. Hızlıca yere fırlattıktan sonra içinden çürük meyveler ve bir parça somon ekmek çıkardı.


- Baba bak neler getirdim, uyan hadi baba. Bak ekmek bile getirdim. Güzel babam geldim, n’olur gitme.


Erhan’ın gözlerinden yaşlar süzülüyor, benim de dizlerimin bağı çözülüyordu. Elimden bir şey gelmiyor her zamanki gibi olan biten her şeye seyirci kalıyordum. Affet beni kardeşim daha erken gelemedim, yetişemedim.

Babadan cılız bir ses geldi;


- Erhan… Oğlum...

- Baba… buradayım...

- Erhan… Annen geldi…

- Baba…


Diyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Gözlerimdeki yaşlar birden koy vermişti kendini, yere çökmüştüm. Artık bir şeyler yapmam gerekiyordu, Erhan’ı tuttum ve geri çektim.


- Gel kardeşim bak ses veriyor, bir yere gittiği yok. Üzme kendini, yıpratma.

- Bırak lan, siktir git! Niye geldin ki zaten. Bok mu vardı gelecek, bırak babamı!


Ses etmedim, edemedim. Usulca göz yaşlarımı silerek ateşin yanına geçip oturdum. Erhan göz yaşlarıyla babasının saçlarını okşuyor, başka bir yere ayrılamıyordu. Nasıl yetişemedim, nasıl mani olamadım? Ey yüce rabbim, neler yaşatıyorsun bana?

Aklımı kana bulayan birkaç sessiz saatin ardından babadan ses seda kesilmiş, Erhan da umudunu kaybedip köşesine çekilmişti. Yerimden kalktım, Erhan kafasını doğrultmuyordu bile. Eğdiği kafasından göz yaşları yere damlıyordu. Babanın yanına giderek oturdum, anlamıştım acı gerçeği. Kulağına yakın bir mesafede kuran okumaya başladım. Rengi solmuş, ağzı açıktı, soluğu duyulamayacak kadar azalmıştı. Sol tarafındaki duvara bakıp gülüyordu sadece, başka hiçbir tepkisi yoktu. Gözlerimdeki yaşları silip Allah’ın kelamına devam ediyordum. Yüzündeki gülümseme kayboldu önce sonra da derin bir nefes alıp olduğu yerde kaldı. Erhan kafasını doğrultu, son nefesini gördüğü babasının soluk rengini bastıracak bir çığlıkla ağlamaya başladı. Babasının kulağına eğildi.


- Allahu Ekber… Allahu Ekber… Allahu Ekber.


Sonra döndüm Erhan’a,


- Kardeşim, bırakma kendini.


Erhan’ın çenesinden tutup başını doğrultum, kızarmış gözlerinde gördüğüm şey beni kendimden etmişti. Kardeşim, buradaydı. Erhan’ın gözlerinde canlanmış bana bakıyordu. On sene önce o sahadaki kardeşim, gözlerimin içine bakıyordu. Ellerimin takati kesildi, olduğum yere yığıldım. Erhan da yığılmıştı, ağlamaya başladım. Beni buraya neyin, ne için sürüklediğini idrak etmiştim. Bir kardeş kaybetmiştim ama şimdi karşıma dikilmişti.


- Erhan, hadi kardeşim toparla kendini.

- Siktir git lan! Babam o benim. Bırakmam ben, babam o. Bırakmam… bırakmam…bırakmam. Siktir git… Bırakmam… bırakmam…


Ellerini başının arasına sıkıştırmış barakanın içinde dört dönüyor söylediklerimi duymuyordu bile. Sayıklayarak koşturduğu esnada bir yerde soluğu kesildi ve yere yığıldı. Koştum, elinden tuttum, nefes alıyordu ama kalbi öylesine hızlı atıyordu ki onu da kaybetmekten korktum bir an için. Sürükleyerek köşesine getirip oturttum ardından babaya yöneldim. Az önce kullandığım bez parçasıyla çenesini bağladım. Sonra yorganıyla üstünü kapattım.


- Erhan?”

- ...

- Erhan, ses ver güzel kardeşim, ses ver.

- Babam abi, o ne olacak, onu nasıl bırakacağım?

- Gidelim mi camiye, götürelim mi onu?

- Hayır! Köy yok, cami yok… cami olmaz… köy olmaz!

- Tamam kardeşim, olmasın. Ne yapalım sen söyle?

-  Burda… burda. Babam burda olacak. Onların yanında olmayacak.


Cevap veremedim, itiraz etme şansım yoktu. Erhan’ı barakanın dışına alıp az önceki poşetlerden birkaç parça yiyecek getirdim. Zar zor yiyor, gözleri kapanıyordu bile. Yanında durdum bir süre, birkaç lokma yedikten sonra yorgun düşmüştü ki gözleri kapandı. Sırtlayıp içeri götürdüm hemen az önceki köşesine yatırdım ardından dışarı çıktım. Hem Erhan’ın isteğini, hem de babanın son yolculuğunu yerine getirecektim. Etrafta kazma, kürek aramaya tenezzül bile etmedim. Zira itin bile durmadığı bu yerde kazma kürek ne gezerdi. Erhan’ın fırlattığı taşı alıp vurmaya başladım toprağa. Vurdum, ellerimle kazdım defalarca vurdum, vurdum, vurdum. Bütün öfkemi kustum o gün o toprağa. Bu yaşıma kadar yaşadığım bütün acılarımı kustum. Gözümde yaşlarla yere süzüldüm bir ara. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve bu duruma engel olamıyordum. Yeterince derinliğe ulaştığımdan emin olduğum anda içeri yöneldim, Erhan’ı usulca uyandırdım.


- Kardeşim, babana veda et


Erhan ben baba der demez gözlerindeki yaşı koyvermiş, sessizce babasına yönelmişti. Eğildi.


- Baba, beni affet. Kurtaramadım seni baba. Affet…Anneme sarıl, anneme çok sarıl…


Yerinden kalkıp koşarak kapıya çıktı, hemen yolun kenarında ağlamaya başladı. Çare yok, rahmetliyi götürmek zorundaydım Erhan’ın isteğiydi. Eğildim ve kucakladım kaldırmakta zorlanırım diye düşündüm ancak o kadar hafifti ki şaşkınlığımı gizleyememiştim. Kapıdan usulca çıkıp az önceki çukura doğru ilerledim. Mevtayı yerleştirdikten sonra kafasının altına toprağı yastık ederek yönünü kıbleye çevirdim. İçeriden getirdiğim tahtaları da üzerine kapattım. Ellerimle eşelediğim toprağı yerine doldurmaya başladım. Hızlı bitirmeye çalışıyor,

Erhan’a bu acıyı daha fazla izlettirmek istemiyordum. Halâ yol kenarında olan Erhan koşarak yanıma geldi;


- Yaşıyor, abi dur! Yaşıyor abi! Kalbinin sesini duydum abi dur!

- Erhan, uzaklaş kardeşim. Bakma.


Tahtalara çarpan toprağın sesini babasının kalp sesine benzetmiş olacak ki ancak böyle bir şey söyleyebildi. Uzaklaş dememle de kafasını bükerek geri çekildi.

Artık işimi bitirmiş, garibanı yerleştirmiştim. Gene barakadan bir parça koparıp baş kısmına dikmiştim. Bir kez daha garibanın evi mezarı oldu dedim kendi kendime. Erhan’ı çağırdım.


- Kardeşim duanı et, babanı duasız gönderme.


Erhan ellerini açtı, ben de sesli bir şekilde dua etmeye başladım. İkimiz o gün orada eksik parçalarımızı tamamlamıştık. O büyümüştü, ben kardeşimi kaybettiğim güne geri dönmüştüm. O bir haftada olanlar bizi kardeş yapmıştı, emindim. Kardeşim de onu göstermişti, onu bir daha asla bırakmayacaktım.


- Erhan, hatırlıyor musun sana arkadaş olalım demiştim ya?

- Hatırlıyorum.

- Vazgeçtim.


Ürkek bir sesle,


- Vaz mı geçtin?

- Evet.

- ...

- Ben kardeşimi senin yaşında kaybettim Erhan. Sen benim kardeşim olur musun?


Kafasını doğrulttu, gözlerini alamadığı mezardan gözlerimin içine baktı. Kızarık gözlerinden söyleyemediği şeyleri okuyor, karşılık bile beklemiyordum.


- Hadi kardeşim, son sözün varsa söyle. Gidelim.


Hiç tereddüt etmeden gitti ve mezarın tahtasını öptü, ardından gelip elimi tuttu.


- Gidelim abi”


Gece karanlığında hiç konuşmadan ilerliyor, Erhan’ın hıçkırıklarından başka ses, ardına dönüp bakmasından başka bir şey göremiyordum. Her şey bittikten sonra kardeşimin görüntüsü aklıma geldi. O kadar özlemiştim ki onu, en kötü durumda bile olsa gelip elimi tutup beni doğrultması bana bir ömür yetmişti. O vesile olmuştu buralara kadar, emindim o yüzden içim rahat vicdanım da temizdi. Hızlı ilerlemiş olacağız ki camiye varmıştık çoktan. Elimde Erhan’la camiye girerek sarığımı ve cübbemi aldım. Artık hayatımda bazı şeyler bitmişti, inancımı kaybetmiştim ümmete. Bu kadar kolay küfre düşüp bundan utanmayan insanların ne doğru yola, ne de hocaya ihtiyaçları vardı. Cami avlusuna geçmişimi ve mesleğimi gömdüm, ayrıldım sarık ve cübbeden. Allahımın, Rabbimin, yaratıcımın yolunda bana öğrettiği doğrularla ilerleyecektim artık. Yola koyulup kahvenin önüne geldiğimde ocakçı sandalyeleri topluyor, şerefsiz imam kahve yudumluyordu.


- Ooo Feyzullah, bulmuşsun kendin gibi birini?


Erhan birden elimden fırladı ve imamı yumruklamaya başladı. Ocakçı koştu içeriden Erhan’ın elinden tutup bana doğru gönderdi. İmam,


- Piçe bak! Ana baba yok ki ahlak öğretsin. Utanmadan üzerime atlıyor bir de.


İmama doğru ilerledim.


- Kime bak?

- Piçe.

- Piç?

- Evet piç, yalan mı?

- Erhan ulan onun ismi, kardeşim o benim. Orospu çocuğu!

- Kafir! Benimle nasıl böyle konuşursun sen. Hain! Seni meslekten ihraç edeceklerdi ben kurtardım! Bölücü!


İmam’ın son hamlesinden sonra ocakçı gözlerini bana dikmiş, daha önceki hoşgörüsünü çoktan nefrete çevirmişti. Umurumda değildi, bir kez daha boyun bükmeyecektim. Öylesine sert bir yumruk salladım ki, ocakçıya da çarparak yere yığıldı. Yüzüm gülüyordu sonunda, elimden bir şey gelmişti. Ardıma döndüm Erhan’ı da alıp muhtarın evine yöneldim. İmam yedirememiş olacak ki tehditler savuruyordu;


- Bittin lan sen, seni sürmeyeceğiz bu sefer. Senin meslek hayatın bitti! Duydun mu lan kafir! Giremeyeceksin bu köye!


Aldırış etmedim, yüzümdeki gülümseme kahkahaya bıraktı yerini, Erhan aklıma gelince vazgeçebildim ancak. Bilmediğim yollardan muhtarın evini bulabilmiş, bir hışımla eve girmiştim. Sesleri duymuş olacak ki muhtar elinde silahla kapıya çıktı. Silahı gören Erhan korkuyla ardıma sığındı. Muhtar,


- Bu ne hal hoca, başına bir iş mi geldi? Nerden buldun bu çocuğu?

- Muhtar, beni vilayete götürebilir misin?

- Ne vilayeti hoca bu saatte, ne yapacaksın vilayette?

- Götürebilir misin, götüremez misin muhtar? Benim buradaki vazifem bitti.

- Götüreyim götürmesine de ne oldu?


Alt kata indim ve valizimi aldım, beklemeye başladım. Bir süre sonra muhtar yarım yamalak giyinmiş ve yanımıza gelmişti.


- Resul’ün kamyoneti var hoca, bekle ben isteyeyim.


Muhtar rica minnet aldığı kamyonetle yanımıza gelmiş, camı indirip ürkek gözlerle bana yönelmişti. Erhan’ın elinden sıkıca tutup sığıştım bir koltuğa. Önce ardına baktı sonra bana;


- Nereye gidiyoruz abi?

- Eve gidiyoruz kardeşim, Evimize.