Yüzeyselliğin doruğunda yaşayan tüm ruhlar eşliğinde hep bir ağızdan konuşuyoruz, geriye bizi dinleyen birileri kalmış gibi. Hiçbir yıkıma kulak kabartmıyor, üstelik karşısında yükselerek varoluşumuzun onlar için ne anlam ifade ettiğini haykırıyoruz. Konuşulanı sadede getirmeyi diliyoruz bir an önce ki tüm zamanlar bize kalsın. Kurgumuzda kişilerin rolü, biz ne yazdıysak onu oynamaktır çünkü. Bencil değiliz aslında, bu ithama layık değiliz. Ama asla sencil de olamıyoruz. Büyük insanların dünyasındayız her birimiz. Orada kimseciklere yer yok, zaten ancak biz sığabiliyoruz. Büyüyoruz ama içimizdeki çocuğu öldürmüyoruz. “Altta kalanın canı çıksın.” en iyi bildiğimiz oyun bu bizim. Kimin canı çıkıyor çok mu umurumuzda, oyun bu hani. Cıllamak yasak. Buraya gelişin senden ayrı bir iradenin gücü olabilir, istemiyor olabilirsin ama oyunun kuralları var. Bir şeyleri yapmışsan ispatı oluyor, yapılmayan şey nasıl ispat ediliyor peki? “Dinledim, seninleyim, görüyorum, bak tam burada karşında ve sendeyim.” Lügatimizde pek… Pek ne kelime, hiç olmayan bu sözcüklerin varlığı bizi ilgilendirmiyor. Böylece kimselere ispata gerek kalmıyor. Öyle ya, yapılmayan şeyin ispatı mı olur. Ha özünü unutmayan, insan olduğunu hatırlayan kim varsa gücümüz yettiğince evirip çeviriyoruz ki biz olsun. Bizden biri gibi katılsın aramıza, yoksa vicdanımız(!) rahat etmez. Bu hiç bize göre değil, aykırılık hoşumuza gitmez. Böylece kimsenin bir eşyadan farkı kalmıyor. Yediğimiz lokmanın hesabını yapmasın kimse! Ne kopardıysak kimden, o var önümüzde. Şimdi doyduk işte, afiyet olsun hepimize.