Tarih bir bilim mi değil mi, bilmiyorum. Hem bu başka bir tartışmanın konusu. Ancak şurası açık ki tarih bir bilim değilse eğer, bunun en önemli nedeni tarihte pek az olayın üzerinde herkesçe anlaşılan bir açıklaması, bir izahı oluşudur. Farklı ülkeler kendi okullarında vatandaşlarına farklı farklı tarih anlatırlar, farklı düşmanlar gösterirler, kendileri için bir 'kahraman millet' makamı yaratmak ve o makama oturmak için yarışa girişirler.
Farklı tarih anlatılarıyla devletler, belki farkında olarak belki farkında olmayarak vatandaşlarına bir 'kimlik' kazandırmak arzusunda olabilirler. Bundan emin olamayarak konuşuyorum anladığınız gibi, çünkü yirmi birinci yüzyılda bir devletin vatandaşına herhangi bir 'kimlik' kazandırabileceğini zannetmiyorum.
Annelerinin-babalarının geleneklerine, göreneklerine veya yaşam tarzlarına diyelim, sanki 10 bin yıl öncesinin insanının yaşam tarzıymış gibi bakan bir insandır bu yüzyılın insanı. Aynı şekilde tarihine, kültürüne de öyle. O halde eskide yaşanmış bitmiş savaşlar-barışlar, asırlardır anlatılagelen 'masallar', büyük ve bir o kadar yüksek ülküler, ona ne kadar etki edebilir?
Etmez. Onun için, yerleşik değerler üzerinden bir kimliği reddedecek, hatta belki bu değerleri 'aşmayı' ve 'dünya vatandaşı' olmayı marifet saydığı için onlarla alay edecek, onları aşağılayacaktır da.
İşte tüm bu saydıklarım devletlerin distopyalardaki gibi, okullardan başlayarak insanları 'terbiye' ettiği düşüncesini kabullenmemi, bu düşüncenin gerçek dünyada bir karşılığı olduğuna kani olmamı engelliyor.
Fakat tarihin gene de bir 'kimlik yaratma'da veyahut bir siyasal kimliğin doktrinel dayanağı olmada önemli rolü olabiliyor işte.
Üstelik bu rol ekseriya 'barış isteyen, mazlum / ezilmiş / yenilmiş taraf'ın elinde koz olarak ortaya çıkıyor.
"Atalarımızın başına şu tarihte şu olay geldi, şu acıları çektik/çekiyoruz..."
Önce, tarih kitaplarında genellikle düşman bir millet veya ümmet anlatısı yapılırken karşımıza çıkan ögeler geliyor önümüze. Bu tek taraflı olduğu aşikar, bilimsellikten çok insanların hayvani duygularından kin ve nefrete 'çalışan' anlatılar, en çok cahil insanları etkiliyor kanımca. Yahut da cahil toplumlarda üstat mertebesine yükseltilen, son derece 'birikimli' ve fularlı aydınların elinde 'entelektüel ve vicdanlı' olmanın anahtarı olarak beliriyor.
Her ne olursa olsun, hakim anlatıya karşı çıktığını iddia eden kesimin de hakim anlatının biçim özelliklerini kopya ettiklerini gösterir bu. Üstelik, işler değişse idi ve kendileri egemen güç olsaydı, şu an onları 'bu hale' sokanları bin beter edebileceklerini gösteren bir kini de açığa çıkarıyor. Bu kin ve nefretin daha da açığa çıktığı yerleri, şimdi bu söylemin etiğine iyice indiğimiz zaman görebileceğiz.
"Bu mazlum millet / ümmet / halk öyle yücedir ki aslında..."
Bir kere, kardeşliği ve eşitliği isteyen barışçıl bir söylemde herhangi bir millet / ümmet / halk yüceltilemez, mantığına aykırı çünkü. Kişi eğer bir kesimi 'özellikle' yüceltiyorsa diğer kesimi dolaylı olarak aşağılar. Onun için barışçıl söylemin önündeki en büyük engel, kalplerdeki kin ve nefretten ötürü, merkeze 'denklik' yerine ille de bir 'yücelik' mekanizmasının kurulmaya çalışılmasıdır. Hiçbir millet sütten çıkmış ak kaşık değildir, dolayısıyla hiçbir millet yüce değildir ama milletlerin bir 'yüce' idealinin olması anlaşılır ve bu iyidir, çünkü bir milletin -ümmet veya halk da diyebilirsiniz- yüce olması ancak kainatın sırrına ermekle mümkün olur; bu da savaşla, tankla, tüfekle, yıkmakla, işgal etmekle olmaz, ancak insanlığı bir araya getirebilecek, ayrı gayrı kabul etmeyecek bir 'amaç'la, 'fikir'le, 'yöntem'le olur.
Tarihi ve yaşanmışlıkları bir siyasal söylemin dayanağı olarak kullanan 'ezilmiş / yenilmiş / mazlum' bir kesimin atalarını ve kendilerini mutlak iyi olarak görmelerinden ve hakim gücü / sınıfı / milleti ise kötülüğün anası katına çıkardıklarından sonra, ancak kendi yöntem ve fikirleriyle barışçıl bir ortam tesis edilebileceği düşüncelerinin, içerisinde büyük bir 'kurnazlık' barındırdığı da ortaya çıkmış oluyor böylece aslında.
Bu söylem arttıkça, bir kesimin diğer kesime olan nefreti tırmanır da tırmanır, sonunda karşı taraftan da cevaplar yükselmeye başlar. Yalanlamalar, belki birtakım 'gerekçe'lere dayandırılan kabullenmeler... İşte bu noktadan sonra, belki insan doğasının kirli yüzü, belki de tarafların kendilerinde olan ama itiraf edemedikleri bazı gerçekler su yüzüne çıktığı için şuna benzer cümleler duyulur: "ama x'ler / y'ler de şöyle yaptı..."
Bazıları bu kadarla da kalmaz; kimisi ticareti, kafasında yaşadığı dinin şer'i uygulamaları gerçekleşsin diye bir araç olarak kullanır. Kimisi sanatı, mikro-milliyetçi 'kusmuk' fikirlerini tatmin etmek için bir yol olarak görür.
'Ama' ile başlayıp örnek verme yoluyla 'hedef değiştirme'ye çalışılıyorsa eğer, orada çaresiz bir itiraf fısıldanıyordur hepimizin kulağına.
Kimin ne olduğunun, ne yaptığının ve kimlerle aynı olduğunun su yüzüne çıktığı, iç dünyada bastırılan her şeyin yüce bir vicdan tarafından ortaya atıldığı, 'muhteşem' bir andır bu.
Faşizme / sosyalizme veya herhangi iki 'antinomik' -faşizm / sosyalizmin antinomik olduğu düşüncesi tartışılır tabii- ideolojiye sahip bireylerin birbirlerinin aynısı olmaya ne kadar meylettiklerinin, belki de öyle olduklarının göstergesi değildir de nedir bu söylem?