Bu öykü @Üçüncü ile beraber yazılmıştır.



‘’Ama bu haddinden fazla kesinlik, bu düzen ve askeri gelişme bir hata; fazla kolay, bir yalan. Her zaman altında bir derinlik vardır, beyaz yeleğimiz ve kibar resmiyetimizle randevu verilen saatte tam zamanında vardığımızda bile yıkılan hayallerin, çocuk tekerlemelerinin, sokaktan gelen çığlıkların, yarım kalmış cümlelerin ve manzaraların -karaağaçlar, söğüt ağaçları, süpüren bahçıvanlar, yazan kadınlar- bir hanımefendiye akşam yemeğine giderken eşlik ettiğimizde bile yükselip batan bir akışı vardır.’’


Kelebek uçuyor, başka bir dünyadan gelmiş ve bu dünyayı anlamıyor. Şaşkınlıkla bakıyor etrafına. Bu ne garip bir kıvırcık, ağaç, bu ne böyle, otobüs, bu ne biçim askılık!


Kelebek kırklardan gelmiş, şimdi elli yaşındayım herhalde diyor. Başka kelebekler gördü ve yolunu hızla değiştirdi. Kozamdan çıkarken de mi böyle kaçmıştım diye soruyor kendisine.


Kelebek uçuyor, mavi kanatları var turuncu benekleri. Çok güzel bir kelebek bu. Gerilirken ve kendini bırakmışken çok cesur görünüyor.


Sonra uzaklarda bir yangın çıkmış. Yanık kokusu alıyor küçük burnu. Telaşla kıpırdanıyor ve biliyor ki bu bir yangın -yangın her dünyada yangın anlamına geliyormuş-. Hayvanlar ve insanlar kaçmaya başlıyor kelebeğin üstüne doğru. Gergedanlar birbirini itiyor ve kediler her zamankinden vahşi. Kelebek arkadaşları da korkuyla uçuyorlar. Kaplumbağalar da sanki yarış varmış gibi yeni uyanmış mahmurca koşmaya çabalıyor. Yerinde uçmaya devam ediyor kelebek, bir aşağı bir yukarı uçup izliyor kalabalığı. Ve bu yabancısı olduğu dünyanın canlılarından korkuyor. Hemen bir ağacın kovuğuna gizliyor bedenini. Nefes nefese gürültüyü dinliyor. Canlılardan ne bir soluk ne bir ses kalınca rahatlıyor ve çıkıyor sonunda kovuktan. Yangına doğru bakıyor, kendi kendine durmuş ve bir kara duman yükseliyor göğe. Kelebek, yapayalnız kaldım diyor.


Kelebek uçuyor, başka bir dünyadan gelmiş ve bu dünyada yanmış. Bu ne biçim dünya böyle!


Dumanlar etrafı sarmıştı, kelebek yalnız, kanatları isle kaplı ve ağlayacak bir nedeni yoktu; çocukları ve saatlerini harcayacağı bir iş onu beklemiyordu. Dünya yanıyor diye bağıran telalar çoktan ölü. Üstlerine toprak atılmadan gömülmüşler. Bir hanımefendinin yediği son yemek, ağza sıkıştırılan lokmalar, şarabın ekşimsi tadını alıp götürdü yangın, geriye kocaman bir yalnız dünya bıraktı diye düşündü kelebek. Inşa edilen binaların gölgeleri boş sokaklara doğru süzülüp çöplerin ve kokuşan cesetlerin üstüne sinmişti. Yan ve terk et bu dünyayı diye düşündü kelebek.


Gidecek yer pek uzaktaydı, dağların ve ormanların ötesinde, gün ışığı biraz daha solgun biraz daha yorgun. Ömrüm az diye düşündü; katlanılan zaman doldu, saatin yelkovanları kırık ve dönmeye devam ediyor, kumsala vuran dalgaların sesi çalınmış, gelgitlerle dövdüğü kayalar artık aşınmış ve yok olmanın eşiğinde rüzgâra eşlik ederken dumanlar her bir taraftan bulutlara, tanrısına yükseliyordu. Tanrı ise ağzına sıkıştırdığı bir sigara ile zarlarını atmaya devam ediyor. Kelebek o zarlardan fırlatılmış gibi hissediyordu.


O da uçtu. Küçük ve renkli kanatları tepede süzüldü. Zaman artık önemi kalmamış bir varlık, kimsenin hatırladığı yok, anılar silinmiş ve silgi kendini suçlu hissetmiyordu. Kalemle karalanan son yazılar kâğıt tarafından aldatılmış çizikler silsilesi halinde uzaklara savruldu. Kelebek uçmaya devam etti. Uçmak diye düşündü, bazı şeylerin geride kalıp yakını daha da uzak kılmaya yarayan kocaman bir kaçış, kara deliklerin içine fırlatılan bir bilinç, kimsenin durduramadığı bir oyuk; içinde saklanan kocaman bir mazi ve utanç gizli. Uç ve dumanlar seni kovalasın. O da uçtu.


Koza olmadı, tırtıl olmak ne demek hiç bilemedi, anıları yangının yok ettiği şehirler gibi çalınmış kendisinden. O hiçbir zaman çocuk olamadı. Renkli kanatları rüzgarla dolarken bu ne biçim dünya demeyi öğrendi. Bu ne biçim dünyaydı hakikatten; ağlayan bebekler ve insanlara dolu karıncalar sürüsü, inşa etmekle yok etmenin arasındaki ince çizginin muğlak bir gölgesiydi bu dünya, hiçbir şey renklerin keskin tonlarında var olmuyor, her şey tonların arasına gizlenmiş tonlardan ibaret. Bildiğin şeyler çölde savrulan kum misali yerinde durmadan, sıcaklığı tenini yakmadan soğumaya ve değişmeye mahkûm. Dünya böyle bir yerdi. Kelebek bunu anladı ve uçmaya devam etti.


Zaman daralmıştı artık. Zaman, kocaman mazileri bile yok ettikten sonra kendisini tüketeceği anı nasıl karşılar acaba diye düşünmeden edemedi. O maziler, ölümler ve aşklar, otobüste geçirilen hayatlar ve sessizlikle bir şeyler olsun diye beklenen hayatların ölümünü yaşatan zaman, kendi ölümünü nasıl karşılardı acaba. Ağlamayacağını biliyordu kelebek. Neden bildiğini bilmiyordu ama biliyordu işte.


Şimdi kendisi de ağlamıyor, yeryüzünden yükselen dumanların akımıyla kendisini salı vermiş, kuşlar çığlık çığlığa ve artık bir arkadaşı yok, anıları yavaş yavaş silinirken kanatları yanıyordu, birazdan hepsi yanacak, birazdan bir dünya ile var olan kendi bilinci hiçliğin sonsuz dehlizinde savrulacak ve onun uçtuğunu kimse fark edemeyecek bile. Ne saçma bir dünya burası böyle!