Sokak lambasının ışığı düşmüş içeri. O, karşıdaki koltukta oturmuş. Gözlerini tek noktaya kilitlemişti. Gözlerimi kaçırıyorum karşılaşmamak için onunkilerle, ama o gayesizdi buna. Benim yok oluverme isteğim de yoktu onda. Ya da tenini okşayıp unutuvermek olanları... Sonra gözlerinde bir parlaklık belirdi. Gittikçe belirginleşen bir parlaklık. Göz kapaklarını yavaşça indirip süzülüvermesine izin verdi yaşların. Usulca ağlıyordu. Sessizce. Onun gözlerini kovalamasam anlamayacağım sessizlikte. Yavaşça gözlerini kaldırıp gözlerime dikti. Bi' yutkunuşla gelen usul bir "Neden?" çıktı ağzından. Kaçmaya çalışmadım bile ondan. Gözlerim doldu. Bir anda yaşlar akıverdi gözlerimden. Usulca değil isyankardı. Acı içinde gözyaşları. Ta içinden gelen, acısını hissettiklerimizden... Kurtulduk oturduğumuz çivili koltuklardan. Koştum kollarına, yüzünü sardım ellerimle önce. Arzu sevişmesi değil, hırçıncaydı bu seferki, acılı ve hiddetli. Okşama, merhamet değil, sitemi bırakıyordu değdiği yere. Kollarıyla beni bastırdı kendine, içine katmak istercesine. Dudaklarımı dolaştırıyordum yüzünün her yerinde. Buse değil çığlıklar bıraktım her bir santime. Dudaklarımız titreyerek değdi birbirine. Ama hiçbir kirli duygu yoktu bunda. Sanki yeniden can verircesine. Yeniden yeşertircesine çiçekleri... Tomurcuklar patlıyordu birer birer. Bizi ayıran sonbahar gidiyor, ilkbahar havası doluyordu odaya. O acı dolu ışık gitmiş, kuş cıvıltıları sarmıştı odayı. Çiçek dolu dallar pencerelere taşıyordu. Alınlarımızı birbirimize dayadık. Gözlerimiz kapalı, ince bir tebessüm. İpince. Sadece bizim gördüğümüz... Ellerimizi dolayıp günü yeniden doğurduk birlikte...