Işığı gizlediği anlaşılıyordu bulutların

Koyunun arasında tilki gibi parlıyordu beyaz

Kiremit çatılı müstakil evlerden yükselen duman

Betondan ve bulutlara yakın alçaklığa erişince

Gök gürledi

Şehrin mat rengini yarıverdi ışıktan çetrefilli kılıç 

Ankara’ya yağmur yağdı.


Simitçinin ahşap tezgâhında susam

Taksicinin camdan sarkıttığı kolundaki ucuz ve çirkin saat

Topuklarıyla yürümekte zorlanan kadının rimeli

Pencere kenarındaki yalnız yaşlının gözleri

Toprağımızın kaderi gibi

Kağıt toplayan gencin ekmeği

Büfelerin önünde korkuluk gibi duran gazete manşetleri

Eski meclisin matemli ihtiyar kapısı

Babaannemden kalan kumaştan

Annemin yaptığı yeleğin omuz başları

Uzakta hiç görmediğim onca insan ve

Babaannemin dikenler arasında kalmış mezarı

Altındağ’ın tarihi evlerinin beyaz yüzlerinde kirpikleri

Esnafların kaldırımı işgal edip nöbetçi bıraktığı sermaye kırıntıları

Hepsi ıslanıyordu, tedbirli ve renkli şemsiyeler dahil. 


Bu arada benim fesleğenim kurumaya başladı

Yaşamaktan geçip ölmemeye bilenmiş insanın 

Biriktirme gayesinden uzak 

Tohumlarını dökmeye ve bunu yaparken bile 

Çiçeklerinden vazgeçmemeye çalışarak

Küpeli çiçeğimin pembeden mora çalan

Ve içinden bilediği bıçakları saçan 

Evlatlarına bakarak

Ki o inatçı ve dirayetlidir

Altı kırılan çaydanlığın demliğine ektiğim kaktüs

Artık acıdı, dikendendi, küçük, tıknaz ve güçlü bir erdi. 


Ankara’ya yağmur yağdı ve toprak kokusu

Odamın açık pencere kenarında duran gaz lambasının

Buruk kokusuna karışarak

Neyimin Hu’yundan 

Bağlamamın her bir telinde Hay’a doldu

Belki de hiçbir zaman kitap olmayacak şiir birikintilerim arasında

Sildiğim onlarcasına bakarak güldü

Ben kırk beşime kadar yaşarsam ve yine yağmur yağarsa 

Buna da güler belki 


Yeşil kırmızı mavi ve siyah plakaların doğurduğu gri 

Nehirlere boşanıp denizlere akmadı

Midye, katmer, taş evler ve karımın yıkayıp balkona astığı çoraplarım

Islanmadı… 

Ama yine de siyah patiğime rağmen

Ayaklarım üşümeye başladı…