“Kaderi kabullenip sevmekten başka elimizden ne gelir ki?”
"Friedrich Nietzsche." diyor Nun, gözündeki kavanozdan hallice olan gözlüklerini alıp kenara koyuyor.
"Doğuşa çok anlam yükleniyor." diye de tamamlıyor migren atağını bastırmak için ellerini siper edip gözlerine. Katılıyorum ona. Mesela ben hiç doğmadım. Doğmak oldukça müstehcen anlamlar yüklenmiş ve başlangıçtan beri insanı insan yapan o kanlı rahimden çıkmak ayıpmış gibi anlatılmış çünkü. Bu yüzden ben hiç doğmadım. Doğmadım ve doğurulmadım. Ama bir yaratıcı da değilim. Ben bir yaratıcı olmak için oldukça basit bir hikayeyim aslında. Çünkü benim ellerim var. Gövdem ve göz bebeklerim. Tırnak diplerim, kıl köklerim ve yirmi birinci yüzyılda fazla anlam yüklenen aslında pek de evrimleşememiş üreme organım. Peki bu beni var eder mi diye de sormak istiyorum. Bir bedende olmak var olmanın kanıtı mıdır?
"Peki bedenlerimiz?" diyorum ona yanında tişörtüz ve sırtımdan bir damla ter akarken.
"Ne olmuş onlara?" diyor gözlerini açmadan. Migreni ciddileşiyor Nun’un.
"Bunu kanıt olarak görenler olmuş."
"Görenler olmuş." diyor sonra gülüyor ağız dolusu.
"Bu görmek eylemi ne kadar kolay bir şeymiş."
"Ben görmek için yıllardır didinip uğraşıyorum ama hala iki santim ötemi buğudan seçemiyorum."
"Cam fiyatları kur farkından dolayı artıyor." diyorum onun somut ifadeli fikrine karşılık. "Evet." diyor gözlerini hafif aralık hale getirip. Herkes göremez ondaki aralık gözleri, o gözlerine yılın son ayını birkaç sıfatla birden kazıyor, iyi tanımak lazım Nun’u. Bir de onun işbu mantığını. Ama bir de bunun fiil hali var ki gözleri çoktan aralandı.
"Bir cam için didinip uğraşıyoruz."
Sonra ayağa kalkıyor sendeleyerek. Ayaklarımın dibine diktatör gibi dikiliyor ve göremediği yüzüme uzunca bakıyor.
"Gözlüğünü vereyim mi?" diyorum elim aramıza koyduğumuz sehpaya giderken.
Sönük, filtresine kadar içtiğimiz sigaralar kül tablasından -ellerinde- patlamış mısırlarla bizi izliyor.
"Hayır." diyor ufacık gülüp.
"Seni görebiliyorum ben."
"Öyle dümdüz?"
"Evet." diyor büyük bir coşkuyla.
"Şu an boynundan ter damlaları ellerine akıyor."
"Ellerinden de bana sonra tüm dünyaya ve oradan evrene."
"Bunu diyorsun ve-" diyorum utançla duraksıyorum.
"Ve doğuma çok anlam yükleniyor diye de şikâyet ediyorsun?"
"Evet." diyor. Nun net bir cevap. Cevabı net değil kendisi net bir cevap. Varlığı öyle net ki derinden sarsılıyorum.
"En çok da ben anlam yüklüyorum. Seninle tanıştığımdan beri."
Sırtımdan bir derin rüzgâr geçiyor. Nun derin bir nefes alıyor ve sonunda aslında başından beri tenime değen şeyin onun nefesi olduğunu fark ediyorum. Sırtımdan bir derin Nun geçiyor. Titriyorum.
"Bu aralar bir garipsin."
"Bu aralar daha da kendimdeyim belki ondandır." diyor gülüp.
Yutkunup uzağa bakıyorum. Biz uzun zamandır böyleyiz. Böyle yan yana gelir şarkı söyleriz. Böyle yan yana gelir gerçeği sorgular; üstüne çay içer hatta onun üstüne de birkaç duyguyu yorgan eder örteriz. Böyle yan yana gelir kendimizden geçeriz. Biz uzun zamandır böyleyiz.
"Amma düşündün." diyor ellerini saçlarıma dolayıp.
Düğüm düğüm oluyor zihnim parmaklarında. Susuyorum zira buna ne demeli bilmiyorum.
"Başka bir şey bilmiyorum."
"Kimse bilmiyor." diyor usulca.
"Aslında kimse düşünmekten başka bir şey bilmiyor."
"Hayır." diyorum elleri boynuma inerken.
"Eylemciler var Nun."
"Onlar var."
"Onlar da somut düşüncenin esiri merak etme." diyor daha da yakınıma sokulup. Ellerimi beline dolayıp yüzümü karnına gömüyorum. Göbek deliği burada bir yerde olmalı. İşte. Tam burnumun dibinde. Nun’un ana rahminden kesilişinin yirmi beşinci yılına özel çukur bir timsal. Hani onu görmesem derim ki bu adam hep böyleydi.
Hep böyle dolu, her an bir fikri çürütecekmişçesine kendinden emin, biraz da cahilin cesareti gibi boş ve aynı zamanda bir agnostik kadar tanrıya inanıyor. Nun hep böyleymiş gibi geliyor.
Eğer göbek deliği olmasaydı. Bir kadın onu doğurmasaydı ben derdim ki onu ben doğurdum. Sevgiden yoğurdum ve rahime düşen yumurtadan farksız halde bir ışık koydum kalbine. Nokta kadar. Belki de daha küçük.
Eğer Nun’un bir göbek deliği olmasaydı.
Dudaklarımı hafifçe büzüp öpüyorum ilk bulduğum teni. Nun gülerek uzaklaşıyor. Ben de gülüyorum onunla. Onunla ve zamanla. Zamanla gülüyorum Nun gülüyor diye, çünkü; zamanla bana gülmeyi öğretiyor. Sevmeyi, sevilmeyi, yaratılmış olanı ve yaratanı.
"İlk tanıştığımızda inançsız kafirin teki sanıyordum seni." diyorum ellerini tutup.
Şen bir gülüşle koca evin salonu tıklım tıklım oluyor.
"Al işte!" diyor ellerimden çekip ayağa kaldırırken.
"İnançsız olsam sana inanır mıydım?"
Bilmiyorum anlamında başımı sallıyorum çünkü gözlerim ufak ufak bulutlanmaya başlıyor.
"İnançsız olsam sana hiç sarılır mıydım?"
Sarılıyoruz.
Başımı boynuna, başımı zihnine, başımı geleceğe, başımı Nun’a gömüyorum.
Ve derinden inanıyorum onun inancına. Çünkü o bilmem kaç numara miyop -ki tahminimce oldukça büyük bir sayı- gözleri ile beni görebiliyor. Ve hatta tenimden akan terin ellerime oradan da onun ellerine ve evrene akacağını görüyor.
Haklı.
Islak ellerim onun ellerindeyken ve o benim evrenimken cebir bilmeden de bu denklemi çözersiniz. Bizim matematiğimiz basit.
"Eskilerin kalıntıları bizde." diyor terli ellerini üzerindeki keten kumaşa sürüp tekrar ellerimi tutarken.
"Eskiler?"
"Mesela-" diyor ve bir öpüşle lafını kesiyor.
"Mesela Mezopotamya."
Sonra bir öpüş elmacığımda.
"Mesela İskenderiye."
"Oradan yanmış her parşömenden az biraz kalmış bize."
Öpüşler sıklaşıyor ve ellerime dolanıyor.
"Biraz daha ilerle oradan."
"Denizleri geç ve okyanuslara ulaş."
Nun’un elleri okyanusları geçiyor o anda belim yay gibi geriliyor ve ayakta duramıyorum.
Bir süre konuşmuyoruz ama aynı zamanda sesler hiç eksik olmuyor. Kafamın içi dolu. Nun kafamın içindeki her şeyi atıp kendine has bir tiranlık kuruyor. İsmini sayıklıyorum kaç kere, bilmiyorum. Ellerimi omuzlarına sarıp nefesleniyorum. O yine ellerini keten kumaşa sürüyor. Siliniyor, temizleniyor fakat düşüncelerim hala yapış yapış.
"Okyanus-" diyorum nefeslerimin arasında.
"Okyanusu geçtim sırada ne var?"
"Geri dön o zaman." diyor gülerek ve belimi sarıp beni daha da kendine çekiyor. Bozuk gözleriyle ileriye bakıyor.
"Geri dön ve medeniyet kalıntılarındaki hayallerimizi gör. Aynı yolu tekrar yürü."
Aşk zamanla buna dönüşüyor işte. Nereye gideceğini bilmeyen bir yola. Yol kendisi kıvrım kıvrımken -dümdüz sapına kadar düz- birine varıyor ve sen diyorsun ki bu kıvrımlı yolu bu dümdüz adam için mi geldim? Kendimle dövüştüm, kendimle düştüm ve kendime sağır oldum ben bu yolda. Yol da ona çıkıyor diyorum kendi kendime.
"Bu yollar aslında hep aynı yere gidiyor."
"Evet." diyor sakince.
"Dünya yuvarlak diye."
"Hayır." diyorum iç geçirip.
"Yollar hep aynı yere gidiyor çünkü hepsini sen çizdin."
"Şimdi tam burada, kalbimin üstünde kocaman bir filin adım izi varken ben aynı yolu sen istediğin için dönüyorum."
"Bu sadece bir metafor." diyor kaşlarını çatıp.
"Metaforlar beni gerçek bir yolculuktan daha çok yoruyor." diyorum adım adım kanepeye itelerken terli bedenimi.
"Senin için tamı tamına iki kere denizleri aştım Nun."
"Belki de biraz uyumalıyım."
"Yarın gideceğim biliyorsun." diyor sırtıma sarılıp kanepenin çökmüş süngerini daha da çökertirken.
Nun her zaman gideceğini hatırlatır. Tıpkı babam gibi. Onunla bir çocukluk travması sonucu mu beraberim yoksa Nun gerçekten de sevdiğim kişi mi bilemiyorum bazen. Fakat zaman zaman onun gözlerinde babamı gördüğümden eminim. Zaman zaman kendi gözlerimde de babamı görüyorum. Belki de Nun da bu yüzden babama benziyordur. Ben benziyorum diye. Çünkü öyle uzun zamandır beraberiz ki hangimiz babamın gerçek yavrusu bilemiyorum efendiler.
"Sana diyorum." diyor omuzlarımı sarsıp.
"Sadece işe gideceksin."
"Sonra geri geleceksin Nun."
"Belki de gelmem nereden biliyorsun?"
"Belki de gelmezsin." diyorum derin bir nefes alıp.
"Belki de gelirsin ama ben evde olmam."
"Bir sürü ihtimal var."
"O yüzden gideceğini söyleme artık bana Nun."
"Bırak kaldığın zamanları biriktirelim."
Ensemden öpüp yüzünü gömüyor, dediğimi yapıyor ve kaldığı anları saklıyoruz.
Nun’u böyle böyle kavanozluyorum ve gittiği zamanlarda açıp evi onunla dolduruyorum. Ve biliyorum; Nun bir gün gerçekten de geri dönmeyecek. Bir kıyı kentinde sade bir törenle evlenecek ve güzel bir çocuğa babalık yapacak. Yanında olmayacağım, gözlüğünü kaybettiğinde onun için bulmayacağım, saçları döküldüğünde kel kafası yanmasın diye dışarı çıkarken peşinden şapka ile koşuşturmayacağım, üşümüş ayaklarına terlik uzatmayacağım ve bana çizdiği kıvrımlı yolları bir satranç oyuncusu gibi hamle hamle aşmayacağım.
Bunların hepsinin farkındayım. Şu an yirmi iki yaşındayım ve bunların hepsinin farkındayım. Bütün bunlara Amerikan rüyası demek için hala yeterince idealist değilim. Yeterince Amerikalı ve beyaz da değilim. O yüzden bunu daha Asyalı daha sömürülmüş ve daha kadim bir kökenle anacağım.
Bunlar benim Anadolu rüyalarım ve gömülü kalacak olan idealarım. Ben -bütün insanlık-olmanın oldurmanın yıprattığı binlerce insandan biriyim sadece.
Şu an yirmi iki yaşındayım ve bunların hepsinin farkındayım.
Server Fethi
2023-09-25T13:14:31+03:00Üslubunuzu beğeniyle takip ediyorum