Saat 22.46, aylardan şubat, günlerden salı. Ben günlerdir yaptığım gibi yatağımda yatmış, soluk gri tavanımı izliyorum. Ara sıra sıkı sıkıya sarıldığım yorganımı üstümden çekiyor ve tuvalete gidiyorum. Tekrar küçük, boğucu odama giriyor ve kendimi yatağıma atıyorum. Gözlerim yine duvarlar ve tavanla buluşuyor. Düşünebildiğim hiçbir şey yok, içim bomboş. Lafın gelişi ya da mecazi bir boşluk değil ama bahsettiğim, içim sahiden bomboş. Seslensen yankını duyabileceğin bir boşluk, adımını atsan sonsuza dek süzülebileceğin bir boşluk… nasıl oluyor bilmiyorum. Nasıl dolacağını da bilmiyorum hiç, her şey nasıl düzelecek bilmiyorum. O gideli haftalar oluyor, belki de aylar olmuştur. Bilmiyorum. İnsan birinin kaybıyla başa çıkmaya çalışırken zaman kavramı yok oluyor. Günlerden neymiş, çeyreği kaç geçmiş, buçuğa kaç kalmış umursamıyorsun bile. Unutuyorsun bazen. Ertesi güne geçtiğini sana hissettiren tek şey güneşin batışı ve doğuşu oluyor o kadar. Çünkü senin her günün aynı aslında, her günün bir önceki gününün yansıması. Böyle yaşamayı öğreniyorsun, öğrenmek kolay şey aslında. İnsanoğlunun doğasında var. İstemsiz bile yaşanabiliyor bazen. Fakat en kötüsü, buna alışıyorsun. Bu kötü işte evet, bu gerçekten kötü. Yalnızca nefes aldığın bir hayata alışmak, yalnızca uyandığın ve sonra tekrar uyuduğun bir hayata alışmak… Alışkanlık denen şey gerçekten tehlikeli bir şey. Evet, tehlikeli. Şu anda ne demek istediğimi anlamıyorsun ama anlayacaksın. Belki de ilk kötü alışkanlığın bir sigara olacak ya da alkol. Belki de yemek yemek… ama dahası da var. Bunlar çok küçük, minicik örnekler. Yaşamamaya alışmak, sevdiğin birini kaybettiğinde alıştığın onsuzluk hissi, acı çekmeye alışmak, kötülüğe alışmak, tehlikeye alışmak… somut alışkanlıklardan daha çok soyut alışkanlıklar insanı her zaman daha da kötü etkiler aslında. Bunun çok sonra farkına varırız. Bazen de hiç varmayız. Bana sorarsan, sevgili gri soluk tavanım, ben de alıştım ve oldukça farkındayım fakat hani derler ya -aslında çoğu insanın altına sığındığı bir bahanedir bu- elimden bir şey gelmiyor. Onu özlüyorum ve bazen bazı özlemler çok ağır gelebiliyor. Aslında dolu dolu anılarımız çok yok, hatta belki de hiç yoktur, sayılıdır belki. O bende hiç güzel izler bırakmadı biliyor musun? Bende de bırakmadı, annemde de, kardeşimde de… Her şey çok zordu o varken. Bazı insanların varlığı bir şeyleri kolaylaştırır ya hani, hiçbir şey yapmasa bile orada olması yeterlidir. Yanında durması, elini tutması, yalnızca bir bakışı ya da… onun varlığı her şeyi zorlaştırıyordu, aklına gelebilecek her şeyi. Ne saçma! Bize iyi gelmesi gerekirken içimizde asla kapanmayacak yaralar açması, acısı asla hafiflemeyecek darbeler bırakması ne saçma…

‘’Arven, salona gelir misin?’’

‘’Buradasın anne, gel ve söyle işte. Ne oldu?’’

‘’Salona gel Arven.’’

Derin bir nefes verdim. Görüşmek üzere sevgili gri tavanım. Yatağımdan kalktım ve uyuşuk adımlarla odamdan çıktım. Sanırım odanın biraz hava alması gerekiyordu çünkü gerçekten hoş olmayan bir koku sarmıştı her yeri. Yüzümü buruşturdum. Kapıdan geri döndüm ve camı açtım. Daha sonra salona doğru ilerledim. Evimiz küçük bir evdi. Koridor da oldukça kısaydı haliyle. Annem salonda gergin bir yüz ifadesiyle oturmuş, elinde tuttuğu iki zarfa bakıyordu. İçeri girdim ve hemen karşısındaki koltuğa oturdum. Benden hemen sonra kardeşim Asaf geldi ve o da hemen yanıma oturdu. Beklentiyle annemin suratına baktık fakat o yalnızca suratından asla gitmeyen o hüzne ek gergin bir ifadeyle elindeki zarflara bakıyordu. Boğazımı temizledim.

‘’Evet anne, geldik. Buradayız. Ne oldu? Bir sorun mu var?’’

İrkildi ve bakışları hızla bize döndü.

‘’Oyundayım anne, acele edersen sevineceğim.’’ dedi Asaf şikayet eder bir ses tonuyla. Ters ters ona baktım, sanki bu dünyada önemli olan tek şey onun aptal oyunlarıymış gibi. Ama sesimi çıkarmadım. Herkesin bir şeylerle baş etme yöntemi farklıydı, o da kafasını durmadan aptal oyunlarıyla meşgul ediyordu işte.

‘’Evet. Çocuklar, sizlere vermem gereken bir şey var. Evet…’’

Söze nasıl başlayacağını bilmiyor gibiydi. O kadar üzgün, yorgun ve gergin gözüktü ki bir an gözüme, ona hiç üzülmediğim kadar üzüldüm.

‘’Evet anne, verebilirsin ne vereceksen. Düşünmene ya da gerilmene gerek yok. Ne oldu ki? Kötü bir şey mi?’’ diye merakla sordum. Aslında onu rahatlatmak istiyordum fakat vereceği şeyin ne olduğunu bilmeden de yardımcı olamıyordum.

‘’Babanız gitmeden önce sizler için birer mektup bırakmış. Biliyorum onu çok sevmiyordunuz, biliyorum sizlere iyi şeyler yaşatmadı ama lütfen bu mektupları alın ve okuyun. Sizler için bir şeyler bırakmak istemiş kendi çapında ve bırakmış da…’’

Tek nefeste söyledi bunları. Öyle mahcuptu ki! Sanki babamın bize yaşattığı şeylerden kendisi sorumluymuş gibi. İçim parçalanıyordu. Bizimle yüz yüze geldiğinde iki kelime dahi edemeyen babamız, bizlere ölümünün ardından birer mektup mu bırakmıştı? Ne ironi ama!

‘’O mektubu almayacağımı biliyorsun anne. Onunla ilgili hayatımdaki her şeyi silmek için uğraşıyorum. Sakın ısrar etme. Ben gidiyorum.’’

Asaf soğukkanlılıkla koltuktan kalktı ve odasına ilerledi. Annem de ben de Asaf'tan bu tepkiyi bekliyorduk zaten. Hiç şaşırmamış veya kızmamıştım. O hayatı boyunca bir şeylerle başa çıkmak için öfkesini kullanan bir çocuk olmuştu ve yine aynı şeyi yapıyordu. Öfkesi onun korunma mekanizmasıydı.

‘’Asaf, gel buraya! Lütfen ama…’’

Annem üzüntüyle seslendi ve aldığı tek karşılık Asaf’ın kapısının çarpma sesi oldu. Derin bir iç çektim. Ona da kızamıyordum ki!

‘’Arven, güzelim bari sen al. Yapmayın böyle, içim parçalanıyor…’’

‘’Neden anne? Neden bu kadar üzülüyorsun ki? O senin böylesine üzülmeni hak ediyor mu hiç, söyle? Yemin ederim ki o zarfta ne yazdığı gram umurumda değil ama sırf seni üzmemek için alacağım onu. Belki okurum belki okumam bilmiyorum ama alacağım tamam mı? Üzülme.’’

‘’Meleğimsin sen benim. O gitti artık. Kin beslemeyin istiyorum, nefret etmeyin, kötü anıları düşünüp kendinizi üzmeyin istiyorum. Bu sadece size zarar verir. O hastaydı biliyorsun, onun da elinde değildi işte bir şeyler…’’

‘’Anne sakın başlama! Elindeydi her şey. Onu bize masum göstermek için elinden geleni yaptın zamanında. Bu sadece seni yıprattı, tamam mı? Sakın, lütfen.’’

Derin bir nefes verdim. Dolan gözlerimi sildim ve ayağa kalktım. Anneme elimi uzattım.

‘’Mektup?’’

Ayağa kalktı ve bana sarıldı. O kadar üzgündü ki sarıldığı an hissetmiştim sanki üzüntüsünü. Hayat gerçekten anneme iyi davranmamıştı. Ben de sıkı sıkı karşılık verdim sarılmasına. Ayrıldı ve mektubu verdi. Daha önce açıp okuduğu belliydi çünkü zarfın ağzı yer yer yırtıktı.

‘’Ona güvenemedim ve içinde ne yazdığını bilmem gerektiğini düşündüm. Bu yüzden okudum. Üzgünüm.’’

‘’Sorun değil.’’ dedim ve gerçekten sorun değildi. Yani, ne yazmış olabilirdi ki zaten?

‘’Sana bir şey daha vereceğim. Bunu vermemi istemiş. Neden istediğini bilmiyorum, sadece öyle yazıyor. Bir saniye bekle.’’

Merakla başımı salladım. O bana ne verebilirdi ki? Gittikten sonra ardından bize bırakabileceği hiçbir şeyi yoktu onun. Ne maddi ne de manevi. Bize tek bıraktığı şey kabus gibi anılardı. Her gece bizi boğazlayan anılar, göz dolduran, baş ağrıtan anılar…

Annem elinde kahverengi bir fotoğraf makinesi ile geldi. Yani sanırım fotoğraf makinesinin kılıfıydı kahverengi olan. Açık kahve, deri bir kılıf. Oldukça hoş ve eski bir şeye benziyordu.

‘’Bu onun fotoğraf makinesiydi. Yıllar önce biz evlenmeden almıştı bunu kendisine. Sır gibi saklar, kimseye de kullandırtmazdı. Sanırım senin fotoğraf çekmeye olan ilgini biliyordu Arven. Bu senin, artık sana ait. Gerisini sen oku, olur mu? Al.’’

İpini boynumdan geçirdi ve arkasını dönerek mutfağa ilerledi. Salonun ortasında öylece durmuş aynadaki yansımama bakıyordum. Bana neden bu eski fotoğraf makinesini bırakmıştı ve niçin bu fotoğraf makinesi onun için bu denli değerliydi ki? Düşünmek başımı ağrıtıyordu. Tek istediğim yatmak ve yorganıma sarılmaktı o kadar. Hızla odama ilerledim ve mektubu da, makineyi de yavaşça yatağımın yanındaki komodine bıraktım ve yatağıma oturdum. Öylece mektuba ve makineye bakıyordum. İçimdeki o meraklı taraf bas bas bağırıyor ve açmamı, okumamı, makineyi kılıfından çıkartıp incelememi söylüyordu ama bir yandan da buna hazır mıyım bilmiyordum. Derin bir nefes verdim. Elim ilk önce mektuba, daha sonra da makineye uzandı. Saat 23.32, aylardan şubat, günlerden salı. Kendime soracağım bir soru var: Sevgili Arven, hayatının bu denli değişeceğini bilseydin yine de o mektubu okur, o makineyi kılıfından çıkartır ve ilk fotoğrafını çeker miydin? Sanırım bu soruların cevabını son filmini de harcayıp son fotoğrafını çekene dek öğrenemeyeceksin.