İncelememize başlamadan önce belirli konularda uyarmak veya ricada bulunmak zorundayım. Bu yazı, başka bir yazının, bundan önceki "Bakunin Ve Marx" başlıklı yazımın devamıdır. Bu incelemeyi okumadan önce o yazımın okunması gereklidir. Çünkü bu yazıyı yazmamın nedenlerinden birisi o yazıda gördüğüm eksikliklerdi. Önce eski yazımda bir üslup sorunu vardı. Daha iyi olduğunu düşündüğüm üslubum pek yetersiz gözüküyordu bana. Yine de yayımlamak zorunda hissetmiştim. Sonra ise bir geçiş sorunu vardı. Önemli detayları belirtmeden, okuyucuyu buna hazırlamadan bir konudan yeni bir konuya geçiş söz konusuydu. Sonra ise bazı açılarda yüzeysel ve indirgemeci idi. Ayrıca Marx hakkında belirtilmesi gerekenler belirtilmemiş, tartışmayı tek yönlü göstermiş; olaya sadece anarşistler tarafından bakılmıştı. Bu istemesem bile kendiliğinden propagandaya dönüşebilirdi. Bende daha iyi bir yazı yazmam gerektiğini düşündüm; ve bunu ödevim olarak kabul ettim. Uzun bir uyarıdan sonra yazımıza artık geçebiliriz.


Tarihte onlarca savaş, sömürü ve adaletsizlik yaşandı. Ama içlerinden bazıları

soylu bir mücadeleydi. O da savaşa karşı savaşmak, faşizme karşı dik durmak ve

bizi günden güne eriten sisteme karşı devrimci duruş sergilemekti. Şüphesiz

fikir ayrılıkları oluyordu. Büyük hayaller büyük insanları doğurur daima... Ve bu

büyüklük, doğruları bulmaktan değil yanlışları görmekten geçer. Bir savaşı

kazanmak istiyorsanız da önce sizi engelleyen dogmaları yok etmelisiniz ki,

savaşınızın her bir saniyesi davasından sapmasın, ezilenlerin umudu olmaktan

geri kalmasın. Ama yine de tarihte "büyük" olarak geçen bu kişilerin

(veya bu kişilerin büyük çoğunluğu) ortak noktaları vardı. Bu noktayı da

hedefleri oluşturuyordu. İnsanın insanı sömürmediği, doğanın yasaları

karşısında özgürlüğe karşı bir engeli bulunmayan, adaletin babamız, hürriyet ve

vicdanın anamız olduğu; eşit, tamamıyla eşit olduğumuz ayrımsız bir dünya

hayali. Dediğim gibi: büyük hayaller büyük adamlar doğurur. Ve bu hayali

düşleyen herkes tarihte de büyük (bazı eleştirilere maruz kalmak ya da daha

kötüsü propagandaya maruz kalmak bunu değiştirmiyor) olarak anıldı. Mühim bir

çağdaş yazarımızın da düşündüğü gibi "ütopya olmazsa olmaz." Ne kadar

gerçekçi bir kişilik olursanız olun her zaman bir hayaliniz veya ütopyanız

olması gerekir. Çünkü fikirleriniz dünyada henüz kendini göstermediyse bile o

yüzyıllarca yaşayabilir ve adından söz ettirebilir. Çünkü hayaliniz vardır. Ve

hayaliniz var ise umudunuz henüz tükenmemiştir. İşte bu umudu hâlâ daha

taşıyan, dünyada tam olarak gerçekleşmese bile yüzlerce, binlerce yıldır

adından söz ettiren, kendinden taviz vermeyen iki soylu ideoloji vardır: bunlar

Anarşizm ve Sosyalizm-Komünizmdir.


Yazımızda yalnızca kendi hatalarımızı değil, başka birçok yerde kendini tekrarlayan

yanlışları da düzeltmek mecburiyetindeyiz. Kalemlerin mühim olmasının nedeni

onların aydınlık ile yoğrulmasında yatar. Önce esas konumuza gelmeden, bu

yanlışlar hakkında bir iki laf etmek zorundayız. Bu şekilde fikir kavgaları

daha kolay sonuca ulaşabilir veya en azından her iki taraf kendini açıklamak

zorunda kalmaz her defasında. Özellikle ülkemizde "Türkiye'de

sol/sağ" dendiğinde hâlâ daha ne denilmek istendiği anlaşılamıyor iken.

Bazı kişiler komünizmi doğrudan faşizm olarak tanımlarken, bazıları ise

anarşizmi radikal-liberalizmden başka bir şey görmemekte, ona karşı aşırı

indirgemeci bir tutum takınmaktadır. Oysaki bu tutum anarşizmin doğasına

aykırıdır. Anarşistlerin hepsinin ortak olduğu bir nokta varsa o da özgürlük

aşkıdır. Böyle bir hürriyet içeren fikre sınırlayıcı veya aşağılayıcı

tanımlamalar getirmek yersiz bir harekettir. Söylendiği gibi yalnızca hatalara

değineceğiz. İşi kasıtlı olarak propaganda satmak, okuduğunu tekrarlamak, alkış

toplamak olanları ciddiye almıyoruz. Ben kendi payıma yüreğinde sevgi olmayan,

ahlaksız bir hareket sergilemekten utanç duymayan kişilerin ne söylediğinin

önemli olmadığını düşünüyorum. Benim amacım, en başta bahsettiğim hayalin

insanların yüreğinde yankılanmasını sanmaktır. Bunun içinde yalnızca akıl

yetmez, içinde Tolstoy gibi veya Dostoyevski'nin bahsettiği gibi bir sevgi de

barındırması gerekir. Ve dünyanın daha iyi bir yer olması için tekrar İsa'nın

gelmesini beklememeliyiz. Yalnızca tartışmak yeterli değildir, gönülden

istemeli bunu insan.


Önce şu anarşizm ve liberalizm sorununa değinmeliyiz. Anarşizmde elbette liberal bir damar vardır. Ama anarşizm bundan ibaret değildir. Öyle olsaydı anarşizme zaten gerek kalmaz, eş anlamlısı olurdu. O da liberalizm gibi bireyi değerli görür, böyle bir ahlak benimser ve onun sınırlanmamasını ister. Ne isterse yapmasını ister. Ama bütün bir dünyası bundan ibaret değildir. Bazı anarşistlerin elbette olabilir. Ama esas karışıklık burada! Anarşizm, tek tek anarşist filozoflardan ibaret değildir. Her birinin farklı modelleri vardır. Bazıları Stirner gibi aşırı bireyci davranırken bazıları Bakunin, Kropotkin gibi daha toplumcudur. Hatta son zamanlarda buna "komünal bireycilik" adı veriliyor. Anarşistlerin devletin ve hükümetin (bazıları bunu eş anlamlı kullanır) her türlüsüne karşı olsa bile "toplum" denilen sözcüğe düşman değildirler. Mühim bir liberal olan Paine toplum için "nimet" der. Ve ondan sonra yaşamış çoğu anarşist ise bunu kabul eder. Çünkü onlar tek tek kişileri değil bütün bir insanlığı benimser. Onların hiçbiri milliyetçi, ulusçu (burada Proudhon için aynı şey söylenemez, o Fransız ulusçusudur ve bu aslında anarşizmin ruhuna aykırıdır), dinci ayrımlar yapmazlar. Onları bu konuda tanımlayacaksak eğer; olacak en doğru tanımlama, dünya vatandaşı tanımlamasıdır. Anarşizme bilimsel bir temel ve felsefi bir anlam yüklemesiyle belki aralarında en önemlisi olan Kropotkin, ulusçu, milliyetçi düşüncelerin hükümetin otoritesine ve savaş açlığına başka bir katkı yapmayacağını, toplumu ve bireyi daha da çok yıpratacağını, söyler. Çünkü anarşizmin kendisi herkesin karnının doyduğu, özgür, otoritesiz tam bağımsız, eşit ve ayrımsız bir dünya ister. Bunları isteyen birinin milliyetçilik gibi ulusçuluk gibi şeylerle yakın olması zaten başlı başına çelişki olacaktır. Ama onlar için toplum, özgürlüğü engelleyen bir şey değildir. Aksine o insanın kendi özgürlüğünden doğan, rızası olan, daima ona fayda sağlayan bir şeydir. Ayrıca onlar içinde insan, toplumsal bir varlıktır. İnsanı toplumdan soyutlamak, her açıdan sınırsız bir özgürlüğü olduğunu düşünmek mistisizmden başka bir şey değildir. Her insan veya her büyük düşünür daima kendi çağının, kültürünün ve tarihinin ürünüdür. İnsan denilen varlık, tek başına hiçbir şeye yetmez. O daima karşılıkçılık, ortaklaşacılık veya yardımlaşma ile birbirine muhtaçtır. Ama anarşistlere göre otorite buna engel olmaktan başka bir şey yapmaz. Çünkü bunlar için özgürlük şarttır, ve kimse size gökten özgürlük serpiştirecek değildir. Bu yüzden onlar her türden otoriteyi reddederler. Bu yalnızca devlet değildir. Bunu Tanrı/Din içinde diyebilirler, çok bilgili bir insan olduğu için kesinlikle benim sözüm dinlenmelidir diyen bir insan içinde. Ama bu noktalarda bile anarşistler her zaman aynı fikirde değildirler. Bazıları o kadar ileri gider ki, demin mistisizm dediğimiz şeye düşer. Bazıları aşırı bireyci iken bazıları komünisttir. Bazıları bilgili bir insanın otoritesini kabul ederken, bazıları bir süre sonra bunun yozlaşmışlığa doğru gideceğini düşünürler. Yani konuşan ve susan olarak insanları ayıracağını kabul ederler. 


Bu bilgiler ve hatırlatmalardan sonra sorunu çözmeye başlayabiliriz. Madem bu kadar az sayıda bir uzlaşma vardır anarşistler arasında, neden kolayca liberalizmin türevi diye kenara atılır. Üzülerek tahmin ediyorum ki, bu sanırım bizim ülkemizde çok revaçtadır. Le Guin Mülksüzler adlı romanından bahsederken "Bildiğimiz anlamda anarşizmden bahsediyorum, anladığımız anlamda, Bakunin ve Kropotkin'in ki gibi." der. Bu kişilerin az önce aşırı bireyci safta durmadığını görmüştük. Demek ki her zaman her yerde olduğu gibi burada da sorunumuz cahillikten başka bir şey değildir. Anarşizm tarihte kendini en çok eşitlik ve özgürlük vurgusunda göstermiş, en çok bu özgür toplum anlayışında etkili olmuştur. Üstelik anarşizmin 2000-3000 yıl arası bir kökeni vardır. Lao Tzu'ya kadar geri gidilebilir. Ve bu ilk tohumların atıldığı ilk zamanda da böyleydi, 19. ve 20. yüzyıllarda kendi adından söz ettiren zamanlarda da. Lenin, anarşistler ve komünistler onda bir oranında aynı şeyi isterler, der. Ve bunu dediği zamanlar ve daha sonraları anarşizmin ve komünizmin kıyasıya çarpıştığı zamanlardı. Ama bugün, özellikle sosyal medyada, anarşizm dendiğinde akla sadece bireycilik geliyor. Hatta daha ötesi de oluyor. Anarko-kapitalizm dışında farklı farklı anarşizm modellerinin olduğunu akıllarına getirmiyorlar. Evet, hepsi bireye önem verirler ve herkesin tok ve özgür olmasını isterler. Ama bunun için veya bu hayali gerçek kılmak için onlarca farklı modelleri vardır. Anarşizmin kendisi bir felsefe iken ve yüzyıllarca özgürlüğü isteyen onlarca düşünce içinden en çok ve en fazla samimiyet dolu özgürlüğü onlar istemişken elbette birbirlerinden farklı sistemleri olacaktır. Ve bu sistemleri bire indirgemek ise ahmaklıktan başka bir şey olmayacaktır. Ama bu hata yalnızca bu şekilde göstermiyor kendini. Bazıları bu ayrımın farkındadır. Ama dediklerine göre aklı selim olan tek anarşizm, anarko-kapitalizmdir. Veya aşırı bireyci olan anarşist düşünürlerdir. Oysaki tarih bunun tam tersini gösterir. Ona en çok felsefi temel sağlayan, en çok katkı sağlayanlar daima toplumu gözardı etmeyenler olmuştur. Proudhon bunu karşılıkçılık ile istemiştir, Bakunin kolektivizm ile, Kropotkin ise komünizm ile. Üstelik toplumculuğu benimseyen anarşist olan onlarca büyük filozof da vardır.


Burada küçük bir soruna daha değineceğim. O da anarşizmin terörizm olduğunu zannetme sorunudur. Tarihte anarşinin sadece bir kere şiddet içerdiği görülmüştür. Bu da Bakunin ile olmuştur. Kendisi barikattan barikata koşmuştur ve bunu sadece o övmüş, desteklemiştir. Geriye kalanların ise bununla alakası bile yoktur. Bakunin ise kendi çağının sorunlarından dolayı bunun bir ürünü olmuştur. Diğer bütün sistemlere kıyasla tarihte en az şiddet içeren aslında anarşizm olmuştur. Burada bir övgü yapmam söz konusu değildir. Tarihte bu böyledir. Hiçbir zaman tam gerçekleşmemiş, hep hayalcilik ile suçlanmış bir düşünceye yapılan bu itiraz sadece propagandadır. Elbette otoritesinin bozulmasından korkan onlarca kişi bunu yapacaktır. Çünkü anarşizm tam da onları hedef almaktadır. 


Uzun bir çözümden sonra artık esas ve etkileyici konumuza gelebilir. Bakunin ve Marx, Anarşizm ve Sosyalizm.


Önceki yazımızda anarşistlerin ve Bakunin'in, Marx'a ve sosyalizme yaptığı eleştiriyi görmüştük. Aşırı gücün her zaman insanı yozlaştıracağını ve şeytana dönüştüreceği eleştirisiydi bu. Bazı kişiler bunun Stalin ile kanıtlandığını söyler. Bende gücün insanı yozlaştıracağını düşündüğümü söylemiştim. Bakunin, Marx gibi birinin nasıl bunu göremediğini düşünür. Çünkü "onun gibi birinin" de elbette kendince haklı sebepleri olacaktı. Ve hatta çok daha fazlası, yozlaşma olsun veya olmasın...


Lenin'in bu iki akımın aynı şeyleri istediğini söylediğini belirtmiştik. Ama ikisi çok farklı yollardan ulaşmak ister. Bunda az önce hatırlattığım Bakunin eleştirisi rol oynar. Marx bu muhteşem dünyaya sosyalizm ile varmak ister. O devlet aygıtını doğrudan yok etmek istemez. Bir proletarya diktatörlüğü kurmak ister. Ve emperyalizme, kapitalizme dik durmayı bu şekilde başlatır. Devlet doğrudan yıkılmaz, o sosyalizmin büyümesiyle kendi içinde sönümlenir. Kendiliğinden yok olur. Ve sınırsız, sınıfsız ve eşit dünya olan komünizme geçilir. Anarşizm iste bu kadar sistemli ve detaylı değildir. O devrimin doğrudan yapılmasını, doğrudan bir geçişi savunur. Bunun için ellerinde Marx'ın ki gibi büyük bir sistem yoktur. Peki bunu neye dayandırırlar. Anarşistler devrimci ruhun bu konuda yeterli olacağına inanırlar. Hatta ciddi ciddi şunu söylerler "devrimci irade yeterli olacaktır". Bu irade işçi sınıfını kapsasa bile genelde köylülerden bahsederler. Bu devrim için gerekli iradeyi onlarda görür, hayal ettikleri yaşama onların hayatlarına bakarak ulaşacaklarını hissederler. En başı ise Bakunin ve Kropotkin çeker. Oysa kapitalizm o zamanlarda çok büyük bir büyüme gösterirken, insanlara umut verip onların ekmeğini elinden alır iken (aslında ellerinden ekmek almaz, zaten ekmekleri bile yoktur) bunu düşünmek geride kalmışlığı gösterir. İşçi sınıfının önemi devrimde küçümsenmeyecek kadar önemlidir. Doğası gereği bu sorumluluk en çok onların sırtına biner. Ve bunu anarşistler değil, yalnızca Marx görebildi. Elbette proletarya diktatörlüğünün nedenlerinden biri buydu. Daha mühim bir nedene gelelim. Anarşistlerin bu sistemsiz ve doğrudan değişim düşüncesi aşırı mistiktir. Bir sistemi yıkmak ve koskoca dünyayı değiştirmek için gerekli olan tek şeyin irade olduğunu vurguluyorlar ve kendilerini volüntarist konuma sıkı sıkı yerleştiriyorlar. Bu hayalperestlik değil de nedir? Bir sistemi yıkmak için elbette ona karşı duracak ve yıkılmayacak kadar yeni bir sistem gerekir. Bu konuyu anarşistlerin hiçbiri anlayamamakla birlikte, Marx bunun için gerekli olan veya en azından önemli bir fikir içeren sistemini bize sunmuştur. O da işçi sınıfının yükseldiği, emekçilerin sömürülmediği sosyalizm ideolojisidir. Devlet bu yüzden gerekliydi, o bir aygıttı. Ve devrim uzun bir süreçte gerçekleşecekti. Onun diyalektik materyalizmi bu umut için gerekli olan şeydi. Ama anarşist bazı filozofların bu maddi temel sağlayan diyalektiği kavramaları bir yana, Stirner gibileri hâlâ daha Hegelci diyalektikten kurtulamamıştı. Toplum için sunacakları hiçbir maddi temelleri yoktu. (Burada her anarşisti kastetmiyorum, Kropotkin ve Bakunin, Marx'ın kapitalizm eleştirisini destekler, hatta tamamıyla diyecek kadar ileri gidemesem bile onlar Marx'ın sunduğu maddi temel/altyapı fikrini geri plana atmazlar, bunun ne kadar mühim olduğunu bilirler.) Ama haklı olarak Marx, hiçbirinin tutarlı bir sınıf çözümlemesi yapamadığını söyler. Her şeyi bir kenara bırakalım. Devrimcilik, örgütlenmeyi gerektirir. Bunun için ise ciddiyet lazımdır, devrim için gerekli olan bir ruh veya iradeden ibaret değildir, halka ciddiyet sunmak lazımdır. Marx'ın sistemi ve manifestosu bunu sağlarken, anarşistler, sönmeseler ve geri planda kalmasalar, her defasında yine kendilerini gösterseler bile asla Marx'ın kurduğu sistemi geride bırakamamıştır. Aksine sosyalizm onlara kıyasla ezilen sınıflara daha çok umut olmuştur. Çünkü bir sistemi vardır. Çünkü onlar devleti bir araç olarak kullanırlar. Ama anarşistleri devleti reddetmekle yetinmişler, ve bu araç olarak kullanma fikirlerini tutarlı olarak hiçbir zaman desteklememişler; böyle bir şeyin mümkün olamayacağını söylemişlerdir -bazı anarşistler hariç, kimisi onu neredeyse kabul edecek hale gelir ama bunu düşünür düşünmez anarşist olmaktan çıkarlar.


Aslında Lenin'in kendisi de özgürlük olması için devletin olmaması gerektiğini söyler. "Biz marksistler devletin her türlüsüne karşıyız" der. Ama tam burada hayalperest olmaktan uzak durur. O anarşistlerin devlet sorununu gözardı ettiklerini düşünür. O gerçekçi bir tavır sergileyerek Devlet mekanizmasını sermayenin iktidarını yıkmakta olan sınıfın, işçilerin, emekçilerin eline vermek gerektiğini söyler. Ve bu mekanizma sadece bu yüzden bile, -zorunlu olarak- bu mekanizma amacına ulaştığında yok olacağını söylüyordu. Bu dediklerimizi daha da somutlaştıracak veya belki de haklı kılacak bir konuyu örnek olarak verebiliriz. O da Suçlu Sorunu. Anarşistlerin neredeyse hepsi suçlulara iyi davranmamız gerektiğini söyler. Onların en ama en kötüsü ve iğrenç olanının bile topluma tekrardan (hatta sadece akıl sayesinde) kazandırılabileceğini düşünürler. Bu konuda çok fazla iyimserlerdir. İyi, tamam da bu nasıl olacaktır. Herhangi bir sistem olmadan mı? Bu nasıl sağlanacaktır? Bu kişilere özgürlük verilebilir ve bu kadar iyimser olunabilir mi? Onları topluma kazandırmak için gerekli olan şey otorite olmaz mı? Ben kendi payıma böyle düşünürüm. Aptal veya kötü insanları, akıllı ve iyi safına çekmek için otorite gereklidir. Akıllı ve iyi insanların yücelmesi için ise özgürlük gereklidir. Özgürlük çok kutsaldır, ve bunu herkes bir anda kaldıramayabilir. O zaman içinde insanın bilgisi ve iyiliği ile doğru orantıyla artlar. Ki Lenin'in dönemine baktığımızda onun otoritesi ile bu sağlanmıştır. Mümkün değil denen yerlerden bilim insanları bile çıkarmıştır. Çünkü otorite bazı şeyler için gerekli olandır. Onu elinde tutmayı bilirsen her zaman hedeflerine daha rahat yaklaşırsın.


Konumuz burada bitiyor. Sosyalistlerin aslında anarşistlere karşı ne kadar haklı sebepler öne sürdüğünü kısa da olsa gördük. Yazımız bitmeden bir iki şey hakkında daha görüş belirtmek gerektiğini düşündüm. Özellikle anarşistleri sadece sosyalizm ile kavga ediyor zannedenler için. Anarşizm liberal demokrasiye de eleştiriler getirir. Bir kere onlar hiçbir zaman bir kişinin/vekilin başka kişileri temsil edemeyeceğini düşünür. Bu özgürlük isteğine zaten aykırı bir durumdur. Ayrıca onların devletin düzeni sağlamak için hatta özgürlüğü korumak için gerekli olduğu düşüncelere kesinlikle karşı çıkarlar. Diğer bir soruna gelelim. Bu özellikle ülkemizde vardır. Bir anarşist ne kadar dünya vatandaşı olması gerekiyor ise sosyalistte o kadar olmalıdır. Oysaki bazı taraflar buna milliyetçiliği karıştırırlar. Bu sosyalizmi sadece zehirler. Sebepleri ne olursa olsun bunu yapan kimse kendisine "sol" diyemez. Sosyalizm dediğimiz ideoloji zaten felsefesi gereği her türlü şovenizme karşıdır.

Tolstoy'un (ve onun gibileri) anarşist olma kısmına gelirsek, bu bildiğimiz anlamda anarşizm değildir. Onun için daha çok manevi bir anarşist olduğu söylenebilir. O da özgürlüğü ister, eşitlikten yanadır. Her türlü otoritenin, devletin karşısında durur. Ve her şeyin herkese ait olmasını ister. Ama o yine de Hıristiyanlıktan uzak kalamaz. Bu çoğu kişi tarafından normal karşılanır. Bana göre bu pasifist bir tavırdır ve devrimin ruhuna aykırıdır. Ki kendisi de anarşist sözcüğü şiddeti çağrıştırdığını düşünerek kendisine hiçbir zaman anarşist diyememiştir.


Yazımız ise burada bitiyor. Önceki yazımın eksikliklerini belki ufak tefek şeyler dışında kapattığımı düşünüyorum. Ve beni buraya kadar okumuş insanların hepsine sonsuz teşekkürlerimi sunuyor, hepsinin okuma iştahı önünde sonsuz saygıyla eğiliyorum...