Sabahın ilk ışıklarıyla yatağımdan fırlayıp hazırlandım. Heyecandan doğru düzgün uyuyamamıştım da zaten. Sevdiğim kazak, pantolon, kaban derken zaman akmıştı tabii. Nedense geç kalmış gibi hissediyordum. Koşarak evimin önündeki durağa indim. İnerken çok içten dua etmiş olacağım ki iner inmez otobüs geldi. Doğruca Kızılay’a gittim. Evden heyecanla çıktığım için fark etmedim belki ama otobüsten indiğim anda nefesimi kesen soğuk havayla karşılandım Ankara’nın ortasında. Hava o kadar soğuktu ki iliklerime kadar titriyordum. Üst geçidin hemen altındaki durakta inmiştim. Ayakkabımın tabanını kapatacak kadar da kar birikmişti kaldırımlarda. Atkımı burnuma kadar çekip ısınmak umuduyla harekete geçtim. Yolun karşısına geçmek için koşarak üst geçide çıktım. Karşı tarafa indiğim anda beni karşılayan ince sokağın tamamı çiçekçilerle doluydu. Zaman kaybetmemek için en baştaki çiçek dükkânına geçtim. Orta yaşlarda olduğunu düşündüğüm bir adam vardı dükkânın içinde. Ben de kapıyı aralayıp içeri girmeden “Merhaba, çiçek almak istiyorum.” dedim. Heyecanımı anlar gibi yerinden kalkıp içeri buyur etti. “Nasıl bir çiçek olsun?” diye sorduğu anda bunu önceden hiç düşünmediğimi fark ettim. Gül gibi bir şeyler gevelemeye başlamıştım ki bitirmemi beklemeden “Buket mi, saksı mı, çelenk mi?” diye sordu. Ben de tam o anda fazlasıyla aceleci olduğumun farkına vardım. Daha nasıl bir şeyler istediğimi bilmeden hızlı hareketlerle anlatmaya çalışıyordum derdimi. Biraz duraksayıp sakinleştim. “Buket olacak.” dedim. O da sakince hangi çiçekten istediğimi sordu. O anda karar vermeye çalıştığımı anlamıştı çiçekçi. Kim bilir benim gibi kaç kişi gelmiştir de çaresizliği yüzlerden okuma refleksi geliştirmiştir bu adam. Yardımcı olmak için birkaç çiçek önerdi. Sevgilime almam için gül, papatya gibi bir şeyler önermişti. Fakat ben o anda yine nasıl doğru tahmin ettiğini düşünüyordum. Sevgilime değil ama sevgilim olmasını istediğim birine alacaktım çiçeği. Gerçi kaç çeşit kişiye çiçek alınırdı ki zaten? Doğru bilmesi o kadar şaşırtmamalıydı. Ben de ne alacağımı hala bilmiyorum ama içimden nedense hep lale geçiyordu.
Hâlbuki çiçekçi önerileri arasında laleyi saymamıştı bile. Sonra baktım ki lale görünmüyordu ortalıkta. Sordum, lale satmıyormuş. Nedensiz olduğu kadar boşuna da ümitlenmiş oldum lale için. Hep şarkıların etkisi işte.
Bir karar vermem gerektiğini hatırladım. Tam da kırmızılığı gözlerimi alan gülü seçmiştim ki bunun fazla klişe olacağını düşündüm. Hayır yani, neden hep kırmızı gül? Bu sorunun cevabını bulmak için ne yazık ki pek zamanım yoktu. Klişeler en azından daha önce denenmişti nasıl olsa. Gül olmasına karar verdim. Bir buket gül ve yüzümde anlamlandıramadığım gülümseme ile çiçekçiden çıktım. Saatime baktım, galiba fazla abartmıştım. Buluşmamıza daha bir saat vardı ve yapacak başka işim yoktu. Ama bunu bir sorun gibi de hissetmiyordum açıkçası. Yüzüm hala gülüyordu. Biraz vakit geçer diye parkta oturmaya karar verdim. Ağır adımlarla yürürken soğuğu yeniden bedenimin her yerinde hissetmeye başladım. En çok da ellerim üşüyordu. Parkta oturmanın iyi bir fikir olmadığı kabak gibi ortadaydı. Kararımı değiştirerek metro çarşısına inmek için harekete geçtim. En azından daha sıcak olduğuna emindim. Sağda solda gezinirken zamanı da geçireceğim. Bütün plan bu.
Elimdeki gül buketiyle insanların garip bakışlarını üzerimde hissederek çarşıya indim ve açıkçası ben de absürt göründüğümü düşünüyordum. Soğuktan büyük burnu kızarmış sıska gözlüklü bir çocuk elinde buketle metro çarşısında büyükçe bir ayakkabı vitrinine bakıyordu. Tuhaf görünebilirdi elbette ama kimin umurundaydı ki? Yalnızca vakit geçiriyordum ben. Herkes kendi hayat koşuşturmacasına bakarsa sorun da çözülecekti zaten. Metro çarşısında züccaciye, kitap, kıyafet ve ıvır zıvır bakarken bir yandan zaman akıyordu. Buluşmaya 20 dakika kaldığını görünce sevindim. Yola çıkmanın tam zamanı dedim kendime ve buluşacağımız mekâna doğru hızlıca yürümeye başladım. Aslında uzak bir noktada değildi oturacağımız yer, neden bu kadar hızlı adım attığımı bile bilmiyordum.
Sakinleşmem gerekiyordu galiba, fazla heyecanlı olduğum her halimden belliydi, vaktim de vardı. Karlı, temiz Ankara havasından kocaman bir nefes çektim içime. Daha ağır ve emin adımlarla yürüyordum artık ve insanlar hala elimdeki buketi bakıyordu. Kim bilir neler düşünüyorlardır diye bir şeyler geçirdim içimden. Onların ne düşündüğünü düşündüğüm kadar benim hakkımda düşünmüyordur insanlar. Üzerimdeki stresi atmak için başka şeylere fazla takılıyordum galiba ya da ezelden beri dikkati hızlı dağılan biriydim diye bunları düşünüyordum. Mekâna yaklaştığım her metrede gerginliğim katlanarak artıyordu, az önce rahatlamış hissediyordum oysa. Neyse, bu saatten sonra dönüş olmazdı artık. Hem varmıştım da zaten, göz ucuyla içeri baktım. Henüz onu göremiyordum. Daha dikkatli süzdüm, eğer gelmediyse de oturacağımız yeri belirlemiş olacaktım aynı zamanda. Ama şöyle bir sorun vardı: Neden bunu içeri girip yapmıyordum ki? Kapının eşiğinden içeri bakıp göz gezdirmenin ne manası vardı. Gerginliğimi de aceleciliğimi de kontrol edemiyordum. Her şeyi batıracağım, elime yüzüme bulaştıracağım gibi düşünceler eşliğinde ağır adımlarda kenarda, nispeten daha az insanın olduğu bir masaya oturdum. Beklemeye başladım.
Menü vermek isteyen garsona arkadaşımı beklediğim söyledim. Sevgilimi beklediğimi söylemek isterdim tam o anda. Neyse ne, bunun garson için bir önem yoktu ama ben mutlu olabilirdim. Yine neden düşündüm ki bunları. Saatime baktım, metroda tazı gibi koşan zaman oturduğum sandalyede durmuştu sanki. O kadar zaman geçmesine rağmen hala çeyrek vardı buluşma saatimize. Öyle ya da böyle zaman geçecekti, eğer onu düşünmesem daha hızlı geçerdi belki de. Diğer masalarda oturanları izlemeye başladım. Kimileri sevgiliydi kimileriyse ben gibi sadece sevgili olmak isteyen birileriydi. Herkes mi gerçekten sevgili anlamında oradaydı yoksa ben o amaçla orada olduğum için mi böyle görüyordum bilmiyorum. Her şeyi orada fark ediyordum, bu dünyada çok fazla sayıda sevgili vardı. Ahh yine başladım işte, sakinleşmeye çalışırken lüzumsuz düşüncelere daldım.
Saat de geçmiyordu, o da gelmiyordu. Ben onu hep beklerdim nasıl olsa. Beklemeye devam ettim.
Ardından pencereden içeri sızan soğuk havayı ensemde hissettim. Bu soğukta kim açıyor şu lanet pencereleri diye bağırmak istedim. Soğuğun ürpertisi gözlerimi açmamı sağladı. Odamdaki pencereyi sıkıca kapatamadığım için soğuk hava bütün bedenimi sarmıştı. Farkına vardığım anda beni titreten soğuk, yerini kalp sıkışıklığına bıraktı. Ne yazık ki sadece rüya.
Yokluğun ruhumu iki eliyle boğazlıyor ve Ankara ayazı üşütmüyor artık.