Ruhumu; Caravaggio’nun, İsa’yı fütursuzca defnettiği gibi deneyden bağımsız, salt bir kötülüğün derinliklerine gömüyorum. Yorgun ve titrek bir at gibiyim semalar altında. Toynaklarımda emsalsiz bir sancı var, devrilsem vuracaklar diye korkuyorum. Eskiden olsaydı eğer yani bu illetin verdiği mağrur hazdan uzak olduğum zamanlardan herhangi birinde, tek bir dakika düşünmeden yıkılırdım. Toprağın, okyanusun fersah fersah dibine çökmüş medeniyetler gibi. Issızlığımda bastırılmış bir reformun özgürlük naraları var. Ben hasta olmak istemiyorum.


Varoluşumu tarumar eden yaşamın sert prangalarına karşın her seferinde yumuşak önlemler aldım. İğne ucu kadar burçların beni koruyacağına olan inancım hiç tükenmedi çünkü içimde kırılgan, devasa bir put yatıyor ve maruz kaldığım en ufak mutsuzluk girişiminde -her şey dahil- hemencecik paramparça oluyor. Zihnimin dar geçitlerinden, bulvarlarına doğru açılan ve gittikçe genişleyen düşünce havuzunda, derin bir boşluk hissi yaratıyor tüm bunlar. Kaygılarıma birer parça kırmızı gül bırakıp onları terk edemiyor muyum? Ya da onların benden çekip gitmesi için sürekli hislerimi dikte eden bu akıl karıştırıcı ilaçlarda mı çözüm?

 Aslında birtakım paradigmalarla anlattığım bu duygularım, şimdilerde bana salt kötülüğün göbeğinde bir karşılama merasimi düzenliyor, üstelik öyle davulla zurnayla da değil. En ince ayrıntıyı neden düşünüp merak ediyorum ki? Kafamın içi bombok, kafamın içini terk-i diyar eylemeliyim. Evet, sanırım tek gerçeküstü olmayan umde bu fakat bunu da yapacak güçte değilim. Ben her zaman olduğu gibi evdeyim, yani zihnimin içinde.