Bir dağı yıkacak bir çığlığı bir yastık altı yapıp yanan ruhumu söndürdüm. Gözlerimden dökülen yağmurların gök gürültüsünü duyarlarsa diye sakındım çığlıklarımı. Aynadaki göz kapakları bu kadar solgun olmasının sebebi bile bile kendimi yaktıklarımın dumanı mıydı?

Görüyorum Yasemin…

Gözlerimde yağmayan yağmurların kasveti var. Bir daha düşersem kalkamayacağımın inanmamışsızlıkları… Tutunduğum yerlerden elimde kalan paramparça umutları... Buna “mağlup” diyorlar birçok jargonda. Bunu anlamak için tüm seslerin çekilmesini bekleyebilirmişim. Tüm sesler çekilince ruhunun kıvranışının o acı çığlıkları kafatasımın içinden duyuyorum. Keşke kulaklarımızı kapatınca duymasak bu kıvranışları diyorum Tanrı’ya. Kendimi kendimden soyutlamak için kendimi oyalarken buluyorum. Bu insanın kendine en büyük yanlışı. Biz insanlar kendimizi bir başkasına teslim ederek yaslarımızı üstümüzü örtüyoruz. Sonra teslimiyetten yorulup çekilenlerin kendi üstünde taşıdığı hayallerinin de yıkıntısı altında kalıyoruz.

İnsan aklındakileri birleştiremiyor. Öfkesi ve hüzünleri… çaresizlik işte bu. Bunun adı çaresizlik. İnsan kendisine dair yasları tutmalı. Biliyorum Yasemin, Kendi içimde yaşadıklarımla bir ömür geçmiyor gibi. Fakat şunu biliyorum kendime de değil bu kırgınlarım. Ben inanmışlıklarımı zırhsız bıraktım, vurdular. Şimdi, inandığım ümitlerime ulaşamıyorum. Çoğu zaman sokaktasın ve bir at gibi yerde yatıp kırıklarından nasıl can çekiştiğini kimse görmüyor. Gel artık Yasemin, bu tek kurşunu sen sık. Bir daha acı çekmeyeyim. Acı çektikçe anlamlarım imlalarım karışıyor.