İnsan anlatamadığında ölebilir. Ciddiye alın bu lafı demişlerdi. İnsan anlatamadığında gerçekten ölebilir. Nilgün Marmara’yı öldürendi anlatamamak. ‘’Uçurumlar var, var uçurumlar diyorum ben insanla insan arasında, kendiyle kendi arasında, kendiyle başkası arasında.’’ İnsan kendine bile anlatamadığını başkalarına nasıl anlatabilir? Bazen kendi bile anlayamazken, başkalarından anlamalarını nasıl bekleyebilir?

Doğumu ‘’Ölümün başlangıcı’’ olarak dile getirmiş ve 29 yıllık bir yaşamdan sonra evinin balkonundan atlayarak intihar etmiştir. Manik depresif tanısı konan şair, 31 yaşında kafasını fırına sokarak yaşamına son veren Slyvia Plath ile benzer sonları yaşamış belki de ondan büyük ölçüde etkilenmiştir. Öyle ki ‘’Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi’’ bitirme teziyle üniversiteden mezun olmuş ve tezine şu yorumu eklemiştir: ‘’Plath’in narin, incinebilir ruhani varlığı ve her şeyin sürekli kirlenişinin iç karartıcı bir şekilde farkında oluşu onu ölüme sürüklemiştir.’’ İşte Marmara’nın onu ölüme götüren karamsarlığı da buydu. Hassas, naif ruhunun artık bu dünyaya dayanamayacağı. ‘’Biliyorum, bir gün dayanamayacak küçük kalbim. Arkamı dönüp güvendiğim ve inandığım her şeye veda edeceğim.’’

Nilgün Marmara’nın intiharından sonra, kocası şöyle der: ‘’Şiir yazdığını bilmezdim. Bir kenarda pıtır pıtır bir şeyler karalardı.’’ Ve bir şiirinde ekler şair: ‘’Yabancıların en yakınıydın sen.’’

Marmara ile yakın dostluğu bulunan Cemal Süreya ona ‘’Zelda’’ lakabını takmış ve ölümünde sonra şunları söylemiştir. 

“Nilgün ölmüş. Beşinci kattaki evinin penceresinden kendini aşağı atarak canına kıymış, Ece Ayhan söyledi.. Çok değişik bir insandı Zelda. Akşamları belli saatten sonra kişilik hatta beden değiştiriyor gibi gelirdi bana. Yüzü alarır bakışlarına çok güzel ama ürkütücü bir parıltı eklenirdi. Çok da gençti. Sanırım otuzuna değmemişti daha.. Bu dünyayı başka bir hayatın bekleme salonu ya da vakit geçirme yeri olarak görüyordu. Dönüp baktığımda bir acı da buluyorum Nilgün’ün yüzünde. O zamanlar görememişim. Bugün ortaya çıkıyor.” 


İşte Nilgün Marmara’nın içini döktüğü en güzel şiirleri:


Kuş Koysunlar Yoluna

Bir karga bir kediyi öldüresiye bir oyuna davet ediyordu.

Hep böyle mi bu?

Bir şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp gelip kendime yerleşemiyorum, kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer...

Kafatasımın içini, bir küçük huzur adına

aynalarla kaplattım, ölü ben'im kendini izlesin her yandan, o tuhaf sır içinden!

Paniğini kukla yapmış hasta bir çocuğum ben.

Oyuncağı panik olan sayın yalnızlık kendi kendine nasıl da eğlenir.

Niye izin vermiyorsun yoluna kuş konmasına

niye izin vermiyorum yoluma kuş konmasına

niye kimseler izin vermez yollarıma kuş konmasına?

"Öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna" bir çocuk demiş. 


Yalnızlık

çok yalnızım, mutsuzum

göründüğüm gibi degilim aslında

karanlıklarda kaybolmuşum

...bir ışık arıyorum, bir umut arıyorum uzun zamandır

aradıkça batıyorum karanlik kuyulara

kimse duymuyor çığlıklarımı

duyan aldırış etmiyor çekip kurtarmak istemiyor

bense insanların bu ilgisizligi karşısında ilgiye susamışım

ümidimi yitirmişim

biliyorum bir gün dayanamayacak küçük kalbim

arkamı dönüp inandığım ve güvendiğim herşeye

veda edeceğim

"en yakın yabancı sendin,

daha sürülmemişken ışığın biberi

yaramıza,

yaslanırken boşlukta duran bir merdivene

henüz.

...

güzdü sonsuz bir çöle takılan bakışımız,

ilkyaz derken -kışı gözden kaçıran

yüzlerce eller yukarı, saygı duruşlarımız

en güçsüz kollarla-

çözüldü aşkın zarif ilmeği

bulandı aynalar duruluğu.

çok gizli bir doğru gecenin toyluğunda

bilmedik çekenin yanlış bir uzaklık

olduğunu...

yabancıların en yakınıydın sen! "

ey iki adımlık yerküre

senin bütün arka bahçelerini gördüm ben!


Kuşum ve Ben

Kuşum ve ben bir aynada

uyuyoruz, kafesimiz yatağımız

yüzlerimiz eşlerine baka baka

sonsuz kar altında uyuyoruz

kuşum ve ben

Eşim ve ben kızıl bir bağla

bağlıyız birbirimize

Çözülürse yoksulluk sevinir

Aynamızın içinde tek bu bağ...

Kızıl kıskaç eşim kuşum ben...


Çok Güzel

Durma artık burada uysal âşık!

Aydınlık milinin yatağında.

Bilemiyoruz belki de meşe o ağacın adı,

Anlayamıyoruz varolduğumuzu gölgesinde

ağırbaşlılığının.

Veda geliyor şimdi, öğretmek için

sergilenmeyi, uçuşan geriye dönen

vakitte.

Kime, kime gönderiyor incelen yapraklarını

yüzün, kavisin beyaz yanağıyla?

Bu aklıkta, minarem mavi benim.

Işığım denize kayıyor, bir sayıklama

izleğiyle, bir zamanlar pay verdiğimiz

insanlığa!


Burada Daha Ne Kadar Öleceğim

Burada daha ne kadar öleceğim?

Yeryüzüyle gökyüzünün aracısı olarak bulutu haraca

kestiğiniz yerde? Ben size alışamam.

gözüme saldıran güneş ışınlarında yüzünüzün yokoluşu.

"Ağlıyordum, onu gönlümde isterdim ve sadece orada."

Öylesine yoksulluk, bir aşk düşünün sihirli hiç karşılıksız...

Ağlıyorduk. Ben bu ıslaklığı tanıyordum, düşümde böyle

düşünüyordum size dokunurken. Siz bu ıslaklığı tanıyordunuz,

düşümde böyle düşünüyordunuz. Nasıl biliyorduk, nasıl?

bu gözyaşlarının susulmuş

her çığlık, beklenmiş her sevinç için,

onun için bu kadar akıcı, saran ve parlak...

WET: SORROW-

Delilik sevgilim, bir sözcük üzerine kurulmuyor,

varolanı dürtüyor, eşeliyor, o bölgede yer ediniyor.

Bir sabah, bedenimin tüm hücrelerini ele geçirmiş bir acıyla

uyanıyorum, bundan böyle, nereye baktığı bilinmeyen

gözlerinizle her karşılaştığımda katlanacak bir acıyla.

Onu sürükleyeceğim. Sürükleyeceğim ki, açığa çıkarılamayacak,

tanımlanabilir gün ve gecelere maledilemeyecek bir aşk

Yaslı yüreğimin utangaç itirafı: "SİZİ SEVMEKTE ÖLÜYORUM"