Dünya hayatı bir anlam kargaşası içerisinde, debdebelerle gitmekte iken insanoğlunun en büyük mücadelesi hayata, ağaca, aşka, sevdaya, imana, Allah’a ve benzeri her şeye anlam katmak istemesidir. Bu, milyarlarca yıl bu şekilde olmuştur belki.

Zannımca dünyanın en şerefli hissi, duygusu, mesleği düşünmekten ibarettir. Varlığın ve hareketin temel prensibi düşünmekten ileri gelmektedir. Düşünce insanı harekete geçiren yegâne şey değildir belki ama harekete geçtikten sonraki en önemli merhaledir. Zira düşünen insan için, anlam bulmak her şeyden önce gelebilir. Ve yine aynı insan kendi anlam bulduklarının herkes tarafından anlam bulmasını ve anlaşılır olmasını arzu eder. Ama bu arzulama karşıdakini yok saymaya girmez mi? Ya anlaşılır olmak düşünmemekten ileri geliyorsa?

Kanaatimize göre anlaşılır olmak, düşünmemektir. Hepimiz dilimize pelesenk etmişizdir. “Düşünüyorum o halde varım” diye. Bir an için düşünelim Descartes bu cümleyi kurmamış olsaydı bize anlam verecek farklı bir düşünsel söz var mıydı? Buradan hareketle de sormak istiyorum. Toplum olarak gerçekten bu kadar çok tefekkür ediyorsak bizdeki bu peşin kabuller, “olamazlar” acaba nereden kaynaklanmaktadır? Şayet zihnimiz sürekli bir düşünce döngüsü içerisinde ise bizde bir takım çelişkiler meydana gelmez mi? Ve bu çelişkiler bizde bir takım anlaşılmazlar meydana getirmez mi? Bu kadar çok düşünen insanların sürekli anlaşılır olma mücadelesinin beyhude olduğunu düşünmekteyim. Hayat bazen de bir şeyleri anlamamak, bir şeyler, kimseler tarafından anlaşılır olmamak değil midir? Biz, bizi başkalarının anlamlandırmasını, anlamasını o kadar önemsiyoruz ki kurduğumuz cümleleri arındırmak için türlü çelişkilere başvuruyoruz. Karşımızdaki biraz dikkatli bir dinleyici olsa bu çelişkilerin tamamını yüzümüze vuracak oysa.

Bu çelişkilerden birini açığa vurunca da kelimelerimizi toparlamaya çalışıyor ve o efsunlu cümleyi kuruyoruz. “Öyle demek istememiştim.” Ben bu konuda biraz farklı düşünüyorum. Biraz anlaşılmaz olmanın, çelişkilerle savrulmanın belki de temel bir düşünce disiplini olduğunun farkına varılabilir. İnsanın içindeki çelişkiler soruları, o sorular da sorgulama ve dolayısı ile düşünme eylemini beraberinde getirebilir. Bu düşünme eylemi de kim bilir belki de şimdiye kadar ön kabullerimizin, sarsılmaz düşüncelerimizin koca bir yalandan ibaret olduğunu ispata sevk edebilir. Belki de anlaşılır olmakla düşünmemek kardeştir. Birbiri ardına saklanmış, birbirine hizmet eden iki ulvi kardeş…

Bolca çelişkinin insan için kötü olacağını kim bilebilir? Peşinen Allah’ı inkar eden ve bunu da ispatlamaya çalışan birisinin bazı olaylar zincirinden sonra çelişkilere sahip olmasının ve bu çelişkilerin de onu Allah’ın varlığına götürmesi sürecinin kötü olacağını düşünmek kabil midir? Tabii durum bunun tam tersi de olabilir. Taassup derece de bir din anlayışına sahip olan birisi çelişkilerle sarıldığı zaman nereye gidecektir? Kim, bu ikisi arasında iyi-kötü ayrımı yapabilir? Kesin olan bilgi mi kıymetlidir, yoksa hala bir ispata muhtaç olan bilinmezlikler silsilesi mi? Bir şeyleri anlamlı kılmak mı önemlidir, yoksa anlamlı olanların neden anlamlı olduklarını irdelemek mi? Bu anlamlılara, anlaşılmaz şekilde yeni anlam katma çabası takdire şayan bir şey olacaktır.

Biz fikirlerimizi herkesin anlamasını, hak vermesini ve benimsemesini istiyoruz. Bizi anlamayanlar ve bize hak vermeyenler bizim nazarımız da ya cahil ya da düşünmekten aciz kişilerdir. Bir de beğenmediğimiz şekilde, bize muhalefet ederlerse ortam tam bir anlaşılma dogmasına sürüklenir gider. Bazı şeyleri anlaşılmaz kılmak hayattan zevk almanın adı olabilir. Biz, her şeyi o kadar iyi anlıyoruz ki, anlayamadığımız, anlamlandıramadığımız bir şey olursa suçu tamamen onda buluyoruz. Çünkü biz, bir şeyi anlayamayacak kadar aptal olamayız! Bu konu fazlasıyla tartışmaya açıktır.

Bizim için anlaşılmaz olan topyekûn suçludur. Çünkü kendisini yeteri kadar anlatamamıştır. Peki durum gerçekten böyle midir? Ya anlaşılmaz olan, önceki anlamlandırdıklarımızdan dolayı anlaşılamıyorsa? Suçlu karşımızdaki değil de biz olamaz mıyız? Hangimizin peşin kabulleri yok, hangimiz hayatımıza girecek insanların “ne” olmasını istemiyoruz, hangimiz karşımızdakini anlamak istiyoruz? İnsan çelişkilerden meydana gelmişse eğer – ki bu durum varlık hengamesinde böyledir- çelişkilerden arınma duygusu bir benlik duygusundan ileri gelmiş değil midir? Ben anladıklarımın esiri, anlayamadıklarımın seyyahı olma yolunda mı ilerlemeliyim, yoksa anlaşılır olduğum ölçüde her şeyin anlamını mı bilmeliyim? Beni, sizler anlamasanız ne kaybederim? Bu soruların sorulması belki de çelişkilere adım atmanın başlangıcı olabilir. Nitekim insan, bir makine değildir ki tamamen kusurlarını örtmeye çalışalım. İnsan tozlu bir tarih sayfası değildir ki, kusurlarını saklayıp, üstünlüklerini anlatalım, insan baştan başa, sırlarla, anlaşılmazlar ile dolu, çelişkilerin esiri, ama bir o kadar da o çelişkileri anlamlandıran bir anlam ahmağıdır!

Buradan biraz daha daha sormak gerek, Sokrat, bağlı bulunduğu toplum yasalarıyla çelişmedi mi? Tarihte iki önemli isim olan Martin Luther'den birisi kilise ile, diğeri de köle severlerle çelişerek özgürlüğe doğru yol almadı mı? Hz. İsa tüm anlamlı yalanlara bir meydan okuyarak refaha ulaşıp çağırmadı mı? İslam'a inananlar için Peygamber Muhammed, Arap dogmalarına karşı çelişkiye düşerek doğruya ulaşmadı mı? Birbirimizle, ailemizle, peşin kabullerimiz ile çelişmekten korkmaya hacet yok. Bunlar bizi harekete sevk edecek anlaşılmazlığın hazzıdır. Düşünen insan zihin prangalarını kırmak isteyen bir köledir. Onu azat edecek yegane şey, anlamlarının çelişkilere esir olarak, zihninin karmaşasından bir çıkış yolu bulmasıdır. Peki neyi düşüneceğiz? Düşünme eylemi, neyi düşüneceğimizden başlayarak, onu bulduktan sonra gelecek bir silsileden peydâ olacaktır. Biz, bizi bekleyen anlamlara doğru koşuyoruz. Fakat neyi anlayacağız, nasıl anlayacağız? Mamafih Mahzuni de ağlayıp ağlamamak noktasında çelişiyordu.