Onsuz uyuyamayan çocuk, o gittiğinde bir daha uyuyamadı, varsa yanında birileri. Herkesin gideceğini bile bile rahat uyusunlar diye açtığı o yatak boşluğu onun mezarıydı aslında. Yatanları o mezara sararak korumak ve huzurlu bir uyku çekmelerini sağlamak için hep feda etti kendini. Yapabileceği her şeyi hatta yapamayacaklarını bile imkanlı hâle getirdi. Sadece huzurlu bir yarı ölüm geçirsinler ve geçirebilsinler diye bütün gece korudu onları. Kâbuslardan, yarı ölümün katillerinden, içindeki acıyı ortaya çıkaranlardan… Kendisinden bile korudu. Kimse fark etmedi. Edemezdi de zaten. Ölüydüler çünkü. Ölüler hissederdi ama o hislerine uyandıklarında inanmayabilirlerdi, doğaldı. Ya da çocuk inandırdı kendini öyle olduğuna. Hissettiklerini hissetti. Ama onlar hislerini yok saydıkça çocuğun mezarına bir toprak daha atıp onu dışarıdan acıdan ve sevgiden koruması için bir barikat koyduklarından habersizlerdi. Her kürekte daha çok bağırdı ve her kürekte daha da azaldı dışarıya duyulan hislerin fısıltısı. Gömdüler onu kendi dünyasındaki şifacı toprağa. Ama derman, ölmemek için yaşamamaktı bunu bilmiyorlardı. Bilemediler. Yürekleri büyük olmayanlar hislerin fısıltısını hatta sessiz çığlıkları asla duyamazlar lakin bu her daim geniş ruhluların çocuğunu yaralar. Ve bütün çocukların birleştiği kendilerini korumak için bulundukları ama hiç aranmadıkları bir yer vardır elbet. Kimsenin göremediği. Sadece okuyabildiği ama anlayamadığı. Her olayın bir mazi yeri vardır. Ve o yeri sadece hisseden çocuklar anlar. Hem söylenenleri hem söylenmeyenleri. Hem vurulan hem vurulmayan yerleri. Hem sevilenleri hem sevilmeyenleri. Küçücük bir çocuğun gözünden akan anının ilaç olduğunu sanma. O damla kimsesizlerin kaybıdır.