Günlerdir peşinde koştuğum birkaç kavramın esaretindeyim. Başka bir zaman diliminde olsa elimin tersiyle iter, oradan çıkmak için çabalardım. Oysa şimdi işler farklı, mevzu büyüdükçe iyice içine çekildim. Dallanıp budaklanan, aklımın ucundan geçmeyen noktalara kadar detaylanan bu dert, benliğimi sardıkça keyif alıyorum. Üstelik daha çok peşine düşüp hem duygusal hem de fikirsel deneyimler edinmek istediğimi fark ettim. Öyleyse hayali bir iple elimi kolumu bağlayıp meseleye teslim olmalıyım.


Sadece nerede ve neyin vasıtasıyla başlangıç yaptığımı anımsıyorum. Uzun süredir okunmayı bekleyen Ursula Le Guin'in Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar kitabını okumak için elimi uzattım. Hemen ilk deneme yazısından kitaba hapsoldum. Kurmacanın nasıl oluşturulması gerekliliğini, kendi kurmacasını ve Amerikan fantezisi hakkında kaleme aldığı ilk iki denemenin ardından, meseleyi başlatan Gölge ve Çocuk yazısını okudum. Bu yazıyı okurken gölge hakkında söylediklerini Jungiyen bakış açısıyla da destekleyerek insanın iç dünyasını ve o dünyayı görmediği sürece yaşatacağı hayal kırıklığını, eşikte bekleyen gölgenin karanlık tarafımızla olan bağlantısını ve onu değerlendirme ihtiyacını anlatarak ipin ucunu elime tutturdu.


Aynı zamanda, masamın üzerinde çapraz okumaya aldığım Emanuele Trevi'nin İki Yaşam kitabı da vardı. Kitapta üç kişilik bir arkadaş grubunun üçüncü kişisi, iki arkadaşını anlatıyor. Öncelik verdiği Rocco Carbone'un hayatını anlatırken Rocco'nun iç dünyasına ilişkin açıklamalar yapıyor. Onun iddialı sözlerle tahlil ettiği arkadaşı, oldukça melankolik, edebiyata düşkün, aynı zamanda edebiyat alanında unvan sahibi biridir. Sayfalar ilerledikçe Rocco'nun yazdığı kitapların ruh hâline, melankolisine, yalnızlığına sürüklendim. Okurken Le Guin'in sözlerini anımsıyor, gölge ve melankoli kavramlarını İki Yaşam'da uygulayıp birbiriyle ilişkili bir okumaymış gibi sürdürüyorum.


Hadi biraz da gölge ve melankoliye değinelim...


Gölge, Carl Gustav Jung'a göre kolektif bilincin birliktelik biçimlerini kabullenen ego'nun bilinçdışına çıkabilmek ve kendi varlığının kapılarını açabilmek için bir geçiş, ara kapıdır. Gölge, ruhumuzun öteki yüzü, zihnin karanlık kardeşi. Bilincimizin arkasına attığımız, görmek istemediğimiz, bazen onun orada olduğunu bilmeden hayatımızı sürdürdüğümüz karanlık yanımız... Hatta bir süre sonra bizim aleyhimize etkileri bulunacağı da iddia ediliyor. Bu noktada kimi derinliksiz, ruhsuz insanların açığını yakalıyor, onlar hakkında analiz yapmaya kalkışıyorum. Bu iddiamı ileri vardırıp kimi insanların gölgeden yoksun olduğunu düşünüyorum.

Ruhumuzda daima var olan gölge, küçük bir kıvılcım bekleyen melankolinin kaynağı... Farklı şeyler gibi görünse de birbirinden beslenen bu iki kavramın ortak noktası çok fazla.


Nilüfer Kuyaş, Karasevda Kitabı'ndaki Karasevda Sözlüğü adlı yazısında, "Melankoli olmasaydı, yani gölge tarafımız olmasaydı, iki boyutlu yaratıklar olarak kalırdık, derinliğimiz olmazdı," diyor. Öyleyse bu eksik kalma ihtimaliyle dünyaya gelen insanın, henüz anne karnındayken derinliksizlik ve manadan kopma tehdidiyle yüzleşmesi, bu durumu açıklıyor diyebilir miyiz? O hâlde insanın, yaşarken gölge tarafına da bakması gerekmiyor mu?


Yine bir başka yazısında melankoliyi anneyle birleştiriyor. Hatta annesinin vefatının ardından depresyona, melankoliye sürüklendiğini söylüyor. Gölge tarafına meyillenerek kendini incelemeye başlıyor, bir fikrine göre melankolisi onu kendisine bakmaya, selfie çekmeye sürüklüyor. Bu noktada kafası karışmış olacak ki meseleyi temellendirme niyetiyle birçok önemli ismin fikirlerini masaya yatırıp ölçüp biçiyor ve ardından kaleme alıyor. Kuyaş'a göre melankoli, karasevda olmalı.


Kuyaş, karasevdasına Julia Kristeva'nın fikirleriyle açıklık getiriyor. “Anne karnı…” Bu noktada Kristeva'nın fikirlerini, Kuyaş'ın İçimizdeki Anne yazısından olduğu gibi aktarıyorum.

"Gene Julia Kristeva'ya göre, melankoli anneyle temelden ilişkili. Anneyi kaybetmenin kederi, anneye karşı beslediğimiz çelişkili duygular, aşk ve nefret ikilemi, melankoliyi yaratan asıl etmen. Melankolide anneyle ilgili bir yara tekrar açılmış oluyor. Kristeva, özellikle anneyle özdeşleşme eğiliminde olan kadınlarda bunun daha güçlü olduğu kanısında."


Bu fikirleri göz önünde bulundurmaya özen gösterirsek kişinin daha dünyaya gelmeden melankoliyi sırtlanması fikri akla cazip geliyor. Bu noktada Freud gibi kadın-erkek üzerinden böyle bir cinsiyet ayrımı yapmıyorsak diğer düşünürlerin birleştiği noktaya yolumuz sapıyor.

"Tek kişiymişiz gibi bütünleştiğimiz anneden önce doğumla kopuyoruz, ardından ve asıl önemlisi yürümeye başlayınca, daha da önemlisi, konuşmaya başlayınca, yani dili kazandığımızda kendi tekilliğimizi fark edince kopuyoruz."


Koptuğumuz noktada ise ver elini gölge yanımız... Peşine düştüğümüzde bizi götüreceği yer melankoli... Üstelik ağırlaşmış ve artık hastalığa çeviren bir melankolidir bu. Onu bulduğumuz yerde nasıl değerlendireceğimiz ise bizim elimizde. İster batağına saplanıp çözümsüz bir psikopat olalım ister onu değerlendirip yaratıcılığımıza yansıtalım. Kabul edelim ki birçoğumuz, bu yanının üstüne eğilmeden, garip bir yaşama tutuculukla dünyaya sarılıyor. Bu sırada eksik kaldığımız için derinliğimiz azalıyor, gölge yanımızın gücü daha da artıyor. Derinliğe yaklaşabilmek için melankoliyi kullanabilmenin önemine vurgu yapılıyor. Belki de Jung'ın sözüne kulak vermeliyiz.

"Herkes bir gölgeye sahiptir, bu gölge bireyin bilinçli yaşamında ne kadar az içeriliyorsa, o kadar kara ve yoğun olur."


Bana kalırsa bunun için varoluşun kaynağına, bizi her açıdan besleyene, anneye bakabiliriz. Kristeva ve Kuyaş gibi düşünüyor, bu hususta anneye veriyorum mevzunun acı veren boyutunun sancısını. Anne karnından kopuşun elzem sancısının üzerimize yapışması, kaçınılması güç bir acı değil midir? Parmağımızda ufak bir kesik oluştuğunda yüzleştiğimiz acının derinliği bile bizi varoluşun melankolisine yaklaştırmaya ramak kalmışken yadsıma fikri hiç hoş değil.


İnkâr etmeye bile yüzümüz yok. Belki bir nefretin kaynağı belki de bir sevginin tomurcuğu... Her ne olursa olsun gölgemizin, karanlık yanımızın beslendiği o kaynak bizi kendi deliliğimize sürüklüyordur, farkında mıyız? Ne yaşanırsa yaşansın ya da güzel şeylerle donatalım varlığımızı çünkü bir şekilde açık kalan kapıdan süzülüyor.


Öyleyse bir annenin varlığı, başından beri bizi zaten hep yaratıcılığa sürüklüyor diyebilir miyiz? Yokluğunun fikrine kapılmamız bile derin bir melankoliyle karşılaştırıyor. İçinden çıkabilmek için de insanın sağlam bir duruşa sahip olması önemli görünüyor. İnsan psikolojisinin derinliğini hesap etmek oldukça zor, bize kalansa içimizdeki gücün potansiyelini değerlendirmek. Çünkü bu durum, bilincimiz, hayal gücümüz var olduğu sürece sonsuza kadar devam edecek.


Yine de elimizde olan bir şey varsa hayal gücümüzü, melankolimizi kontrol altında tutmayı da öğrenmeliyiz. Zira Witold Gombrowicz'in de belirttiği gibi, "Hayal gücünüz uykuda ve her adımda cehenneme sürtündüğünüzü unutuyorsunuz."


Kendi cehennemimize sürüklenmeden başımızın çaresine bakmalı, karanlık yanımızın ayarlarını toparlamalıyız. Bir gün varlığın başladığı noktaya gitme ihtimalimizin olmadığını bilsek de bu melankolinin şiddetine gözdağı vermeli, asıl sahip olduğumuz annenin varlığına sıkı sıkı sarılmalıyız. Aksi takdirde onun yokluğunun getireceği sıkıntı, ayarlarımızla oynayıp tüm potansiyelimizi, gölge yanımızı, melankolimizi değiştirebilir.


Tıpkı, Dolores Reyes'in Toprakyiyen'inde ölen annesinin ardından söylenmiş şu sözler gibi geride, havaya asılı bir şekilde kalabiliriz.

"Artık annem ve ben diye bir şey yok. Çukurda. Üstünü örtüyorlar. Kulağım toprakta, bakıyorum. Hâlâ nefes alabiliyorum. Oysa göğüs kafesim ciğerlerimi deliyor, nefes alamıyorum gibi geliyor. Buranın sesi giriyor kâbuslarıma, acıdan ve leş kokudan arta kalanlar gibi. Güneş bile kafamı karıştırıyor, sıcaklığı tenimi kanatıyor. Asit dökülmüş gibi yanıyor gözlerim, ağlamamak için savaş veriyorum. Acı; çöp ya da ateş sarısı, ya da geri, teneke grisi - acı, hasta bir gri. Asla ölmeyen tek şey sanki acı. İstemesem de hepsi seni burada bırakıp gidecek anne. Ellerim toprağını bırakmasa da sen burada kalacaksın. Elimden pek az şey gelir, sadece buranın toprağını yutabilir ve artık düşman olmamasını sağlayabilirim; benim de annemin de hiç adım atmadığımız bir mezarlığın yabancı toprağı bu. O burada kalıyor, bense yanımda buranın toprağından bir parça götürüyorum, karanlıkta rüyalarımı anlamak için."


Melankoliye dair her ne varsa içimde sımsıkı sarılıyorum, kendime!



Yazıda Yer Alan Kitapların İsimleri

  1. Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar - Ursula Le Guin - Metis Yayınları
  2. İki Yaşam - Emanuele Trevi - Düşbaz Kitap
  3. Karasevda Kitabı - Nilüfer Kuyaş - Can Yayınları
  4. Günlük - Witold Gombrowicz - Yapı Kredi Yayınları
  5. Toprakyiyen - Dolores Reyes - Can Yayınları