Toprak bir yoldayım. Yağmur sularının birikintilerine yansıyan suretimi görüyorum. Başım önümde, ellerim cebimde acı bir tat suretindeki korkularımla ilerliyorum. Üç ay önce korkak yanımı tutsun diye gittiğimde fark ettim artık annemin elleri titriyor. “Anne” diyorum. Boş gözlerle seslendiğim tarafa bakıyor ve çocukluğumda aklıma mıh gibi kazıdığı o sözü söylüyor. “Dileklerini yıldızlara emanet et kızım.” Şahit olduğum şey tek ayak üzerinde duran sokak lambalarının cılız ışıklarıyla etrafı aydınlatma gayreti gibi değil. Mavi gözlerinde sarı bir perde ve anlıyorum ki annem hiçbir şeyi eskisi gibi görmüyor. Kırk yedi yaşındayım. Annem yetmiş sekiz. O günden beri hiç aynı yaşta olamadım. Onun yüzünü öpüp bembeyaz saçlarını tel tel koklayıp ayrılırken yaşım beşti mesela.
Bahçesinde küçük ağaçlar ve rengarenk çiçeklerin olduğu pembeye boyanmış iki katlı bir binanın giriş kapısındayız.
“Anneee, anneeeeee” diyerek tepiniyorum.
“Azra lütfen anneciğim üzülüyorum böyle. Anne işe gidecek işi bitince de seni gelip alacak.”
“Anneee okulda bırakma beni.” diyerek işini zorlaştırıyorum.
Annemin elleri ellerimde sımsıkı tutmuşum. Avuçlarındaki sıcaklık bana güç veriyor. Daha önce hiç ayrılmamışım ki annemden ellerini çok zor bırakıyorum. İlk terkedilme hissi hiç iyileşmeyecek sanıyorum. Zaman geçiyor ve ben alışıyorum.
Ayaklarının altındaki cenneti görebildiğim annemin avuçları tüm çiçeklerden çok daha güzel kokar. En güzel yemekler onun ellerinden çıkar. Onun lezzetinin sindiği yemek masasının kokusunu dünyanın tüm kralları için kurulan sofralarda arasam bulamam. Geçen Pazar kendim için hazırladığım yemeği yemek için oturdum. Yaşım dokuzdu mesela.
Tek katlı evimizin mutfağındayız. Henüz mutfak dolabı diye bir şey yok. Tabaklar, çanaklar, bardaklar dik bir şekilde raflara dizilmiş. Annem elleriyle yaptığı yemekleri bana yedirmeye çalışıyor. İştahlı bir çocuk değilim çünkü. Önüme konulan her şeye bir bahane buluyorum.
“Azracığım kaç yaşına geldin hala yemek seçiyorsun. Nesi var bu köftenin şimdi.”
“Kokusunu sevmedim, hem çok büyükler, soğan kokuyor işte, çok maydanoz var bunlarda.” diyerek türlü türlü bahaneler buluyorum.
“Kızım ellerim acıyor artık bak, al şu son lokmayı da söz başka vermeyeceğim.”
Şimdi ellerinden zehir olsa yerim diyebileceğim annemin elindeki köfteyi yüzümü ekşiterek alıyorum. Çiğnerken yüzüm buruşmuş söyleniyorum. Aç kaldı çocuğum diye üzülüyor. İştahım açılsın diye türlü türlü yollar arıyor. Ben annemin ellerindeki şifayı o gün fark edemiyorum.
Annemin gözlerinde huzur bulduğum mavi bir deniz avuçlarında tükenmeyen umutlarımız vardı. Ellerini açıp bana ettiği her dua tutardı. Daha birkaç gün önce Sahaflardan çıkmış Beyazıt’tan Laleli’ye gidiyordum. Okuduğum üniversitenin önünden geçerken yaşım on yedi oldu.
Doğduğum, büyüdüğüm, çocukluğuma tanıklık etmiş Samatya’ da ki evimizdeyiz. O sabah hiç dinmeyeceğini sandığım bir heyecanla uyanmıştım. Sınav günü gelip çatmıştı.
“Azra sakın heyecanlanma olursa olur olmazsa olmaz kızım, biz biliyoruz bu sınava nasıl hazırlandığını.”
“Annecim haklısın lakin sakin olmak elimde değil. Birazdan sınava gireceğim ama nasıl iyi hissederim konusunda hiç fikrim yok.” derken içimdeki o huzursuz heyecanı söküp atamıyordum.
“Al bakalım şu suyu, kalemini, silgini unutmadın değil mi? Kimliğini kontrol et. Ah Azra bu ellerin ne böyle buz gibisin kızım.” diyen annem ellerimi sımsıkı tutuyordu. Sizi bilemem ama annemin elleri benim en güçlü sığınağımdı. O gün hiç bırakmasam sınavım çok daha iyi geçecek gibi sihirli düşüncelere kapılmıştım.
Bedenine sığdırıp beni büyüten ömür veren annemin ellerinde bin derman vardı. İçimde dört nala koşan beyaz bir at gönlüme çöreklenip ruhumu anlaşılmaz tutkulara bölerken en çıkmaz sokaklar beni hep onun ellerine çıkardı. Bir Salı akşamı iş çıkışı kahve içmek için uğradığım dükkanda karşıma çıkan çifti gördüğümde yaşım on dokuzdu benim.
Okulun kafeteryasındayım. Sarı bir sandalyeye oturmuşum. Birazdan başlayacak olan dersimi beklerken çayımı yudumluyorum. Birden o geliyor. Yüzünde kocaman bir gülümseme. Sanki güzel olan her şeyi o gülüşe sığdırmış. İçimde kelebekler uçuran duyguyla tanıştığım o Mayıs sabahı onunla olsam tüm dünyaya karşı gelebilirmişim gibi hissediyordum. Gözlerinin kahvesinden koy ömrüme diyordu şair. Tanışıyoruz. Onu görmek için dakikaları saydığım oluyor. Zaman ilerliyor ama aşkın kanunu da işliyor. Gözyaşlarım burnumda kendimi odama kapatıyorum. Annem yanıma geliyor.
“Her şey çok güzeldi anne. Sonra bir şey oldu. Beni görmek için türlü yollar arayan çocuk gitti her buluşmada bir yerlere yetişmeye çalışan başka bir adam geldi sanki. Şimdi içim kanatları kırık yüzlerce kelebeğin mezarı gibi.”
“Hayat böyle bir şey Azra çıkışlarla inişlerle dolu. Hep gülecek değiliz ya kızım, bizi biz yapan değerlerin arasında üzülmek, ağlamakta var. Yaşadıkların sana kalbinin yerini hatırlatacak ve sen buna tecrübe diyeceksin. Geçecek, inan bana annecim geçecek.” derken ellerimi tutan annemin elleri buz gibiydi. Tıbbın dahi karşısında sus pus kaldığı acımı yine annemin ellerinde dinlendiriyordum. Benim için üzülen soğuk eller o gün her şeyden çok daha sıcaktı.
Evlendim. Annem ellerimizden tutarken gözlerindeki nemi gizleyemiyor ama gülümsemeye çalışıyordu. “Artık iki çocuğum oldu. Söz verin bana bakalım birine ihtiyacınız olursa ilk beni arayacaksınız.” Bugün imkan olsa da ellerindeki o şefkati, yüzündeki tatlı sert tebessümü alıp duvarıma assam.
Kızımız oldu. Gözleri anne mavisi. Her gün gelip elleriyle yıkadı, sarıp sarmaladı. “Gecenin kaçı olursa olsun günün herhangi bir saati gel derseniz gelirim.” dedi annem. Bugün o her dakika, her an ne zaman istersek bizimle olabileceğini bilmenin güvenini unutmaktan korkuyorum. Kızımın elleri git gide annemin ellerine benziyor.
Babamı kaybettik. Yanında olmak, ona teselli vermek için koştuk. Akıttığı gözyaşlarını silerken. “Azra kızım babanın on dört aydır yaşadıklarının şahidiyiz. Acı çekmesini sende istemezdin eminim. Azra elbette üzüleceksin ama harap etme kendini kızım.” derken elleriyle gözlerimdeki yaşları yine annem silmeye çalışıyordu. Her şey yolunda değilken bile yolundaymış gibi yapan annem bugün gelsin ve hiç gitmesin istiyorum.
Yıllar sonra ilk kez ellerini ben tuttum. Kalbimi yaksam odun yerine ısıtamayacağım o eller buz gibiydi. Gözleri kapalıydı ama aynı masalı dinledim. Çocukluğumda bana her anlattığında içime umut eken yıldız masalını. Bir zamanlar olduğum çocuk gibi hissetmedim ama o çocuğun yanına gittim.
“Benim doğduğum yerde evlerin ışıkları cılız ama gökyüzünün ışığı sonsuz olurdu. Gecenin en koyu renginde kapının önüne çıkar derdimizi yıldızlara söylerdik. Onlara akıl danışır onlarla yolumuzu bulurduk. Kayan her yıldıza dileklerimizi emanet eder ve sabah olup gözlerini yumdukları ana dek gerçekleşmeleri için dua ederdik. Sonra dökülen yıldız tozlarını avuçlarımıza toplar eve dönerdik. Yıldızlar bizi iyi ederdi kızım. Her gece gözlerini karanlığa açan yıldızlar ölümlü olduklarını bilmezdi.”
Sımsıkı tuttuğum annemin ellerini öptüm. Gözlerimden akan yaşları silmedim.
“Onun ellerindeki sihir buydu demek ki? Yıldız tozu. Annem yıldızların bizi iyi edebileceğini unutmuş çocuklardan olmamı hiç istemezdi.”
Annemin ellerinin titremesi durdu. Gözleri de mavi bakmıyor. Şimdi dokunduğum her toprak parçası el, kol, avuç bana. Yıldızlar onun gidişinden sonra daha az parlıyor ama ben yine de her gece uykuya dalmadan, önce kayan bir yıldız arıyorum sonra ellerimle dökülen tozları toplayıp avucumda biriktiriyorum. Annemin elleri burada olsaydı böyle yapardı çünkü.
Semra Bakan
Şubat’2024