0:: erik ekşisi gibi yol
Umay Hanım'ın bahçesinde iri iri erikler var, kız kardeşim ikincisine hamile, annem evde tüttürüyor ve ben balkondayım. Ziyanda olanlardanım, pek anı boş geçen, ayağa kalkmakta zorlanan, umudunu kaybetmemek için kendini paralayan. Kırgınlıktandır bu depresif vaziyetim pekâlâ. Ve 1 Mayıs 1998, benim dünyaya selâm verdiğim de dünyanın beni takmamasıyla başlayan bu deli saçması ve en insani yolculuğum.
Bazı zamanlar kasabanın öbür ucundaki bakkala giderim, orada pek kimse yok. Bir ihtiyar, bir ben, bir de pipolarımızla bize eşlik eden kurbağalar, mide bulandırana kadar.
Üç gün evvel gizlice Umay Hanım'ın bahçesine girdim, 5-6 erik koparıp gömleğimin cebine sıkıştırdım. Sonra ağacın üzerine bir not yapıştırıp ayrıldım, birkaç bereket vurmuş sıcak soğuk yapan erik yüzünden hırsız konumuna düşmeyelim. Paytak adımlarımla kız kardeşimin kapısını gittim, iki kelâm ettik ve erikleri avuçlarına kondurup ayrıldım. Ziyaretin kısası makbuldür, değil mi?
Şimdiyse dağa çıkıyorum. Evden daha gerçekçi, yargılamayan, tepemin tasını attırmayan, samimi olan tek yer burası. Bendeniz Cihan'ın kurtuluşu dağdır ve onu muntazam biçimde yaratıp âdemoğluna bir mevâ olarak sunan eşi benzeri olmayan Rabb'idir. Her şeyden kaçsa da ebedi ve ezeli olan varlıktan kaçamayacağını bildiğinden sığınaklarından ilki hep O'dur, hamdolsun.
Varoluşsal sancı, vehim, sanrı, elem, kâm... Ne denir bilmiyorum. Diğer insanlar bunu nasıl yaşıyor onu da kestiremiyorum. Benim hissedip de beynimi kemiren fikirlerin, bedenimle ruhuma zarar veren şeyin tam olarak bunlardan biri olduğundan da pek emin sayılmam. Yine de içimdekinin biraz düşmanım, birazsa yol gösterenim olduğunu inkar ederek nankör kedilik oynayamam.
"Babanla konuşsan belki daha iyi olur, anneni sakinleştirir en azından. Bir omuz olur." dedi Umay Hanım. Ananas ve erik dilimleyip getirmiş, almamı bekliyordu. Çimenin üstüne oturmuş denizi seyrediyorduk, seyre dalarken dünyayı düşünüyorduk ve kanıyorduk, yani en azından ben öyleydim.
"Babam varken böyle değildik, evet ancak arasam bile açmaz." dedim, oflayıp pufladı. Babamın gitmesinde annemin rolü büyüktü, küçükken çok anlamazdım lâkin şimdi anlıyorum.
"Kız kardeşinle yer değiştirebilseniz keşke, Semâ yoruluyordur tek başına. Annen yardım eder, sen de biraz nefes almış olursun hem, olmaz mı?" dedi sonra. Fena fikir değildi ama Semâ kaldıramazdı annemi, evlenmeden önce dahi sürekli kaçıyordu kocası olacak lavukla.
"Aman, yoluna girer elbet. Ağız tadıyla yiyelim şunları, boş ver. Çok düşününce kanser ediyor insanı." dedim. Yeterliydi. Şu dağın yamacında, Umay Hanım'la ve meyvelerle, tatsız hususlardan bahsetmek ayıp ve kayıptı. Geçmişi kurcalamaya devam etseydim bileklerimi kesmiştim.
Ben annemi ve onun kişiliğini, huyunu suyunu, birçok şeyini kabullendiğimde 11 yaşındaydım. Babam terk etmişti, annem Semâ'yla bana yetemiyordu. Sonra ne oldu, kim hangi büyüyü yaptıysa Semâ'yı kendinden çok sevip korumaya başlamıştı. Bana da buradan ekmek çıkar, belki sevginin kırıntılarını toplarım dediğimdeyse yüzüme okkalı tokatlardan yemiştim. Böyleydi işte, her insanı değiştiremezdim.
Yazmaya 13'ümde başlamıştım. Okula gitmiyordum, bir halt öğrettikleri yoktu, neyse ki babamdan kalan kitaplar yaşatıyordu beni. Biraz mürekkeple kağıtta varsa tamamdır! Kafamı toparlayabilmem için kâfiydi.
"Hayırlı akşamlar olsun Cihan, gideyim artık. Çocuklar gelecek okuldan." dedi güneşin sakındığı güzel, şey yani, Umay Hanım.
"Tabii, size de hayırlı akşamlar, selametle." dedim.
Evde beklemese bile bir annem vardı. İki ev ötesindeyse dul, biçare kız kardeşim Semâ vardı. Bir de ben vardım, evin içinde köşe kapmaca oynayan birkaç tablo çiziktiren deftere yazıp uyuyan. Pek bir şey bilmesem de ibadet ederdim, eksiktim fakat Rabb'in yol göstereceğinden emindim hep. Eve girmeme az kaldı. Annemin çamaşırları asmadığını gördüğümden iş çıkarttı bana diye canım sıkılıyor ve en azından, bugün kavga etmeyelim diye dua ediyorum.
Eve girdim. Tanımadığım orta yaşlı kadınlarla dolu salon, sigaralar ve hazır söylenmiş yemek yüzünden yayılan iğrendirici koku tokat gibi yüzüme çarpmıştı. Ağlamamak için zor duruyordum.
"Aman, gelmiş benimki. Bekleyin hanımlar, şuna yemek vereyim." dedi annem. Bir kez daha nefret ettim. İnsan hayatı boyunca annesinden ya da babasından en az bir defa nefret etmiştir. Bu bir saniye de bir yıl da olabilir.
"Kendim alırım, gelme boşuna." dedim. Anne ya da babanızın kalbini kırmayı istemezsiniz.
"Neden canım, beğenmiyor musun yoksa yemeklerimi?" dedi. Sustum, susuyorum çünkü susmakta bir cevaptır. Değil mi?
Dolaptan aldığım şeylerle bir ekmek arası yapıp odama gidiyorum. Semâ'yı düşünüyorum, inşallah iyidir diye etmeden edemiyorum. Sonra aklıma ahmakça bir şey geliyor, çok ahmakça hem de. Delicesine bir arzu. Umay'a yazmak.
Göğsümdeki şırfıntı çırpıntı istiyor daha çok bunu, çocukları ve Umay istemese bile. Yazmak yerine söylesem yüzüme bir tokat daha yer miyim yoksa güler mi hâlime? Açgözlülüğüme ket vurmayı istiyorum. Rabb'im affet.
Ve yazıyorum. Elimde karalamaktan körelmiş kurşunumla, yüzü geçirdiğim defterin güzel, tahir bir sayfasını arayıp başlıyorum. Bu bayağı utanç verici, hatta paylaşmak bir yandan da özeli açığa vurmak olduğundan tiksinçte duruyor. Fakat neyimizi, kimden saklıyoruz ki?
"Umay Hanım, selâmün aleyküm, salut ve sizin için yalnız bir dost olan benden merhaba.
Ne denli uçuk bir başlangıç olduğunun farkındayım fakat benim bu vaziyetime alışmış olmalısınız. Vurgunluğumu, daimi sevdamı, utancımdan kıpkırmızı olsam da daha fazla susturmak istemedim. Farkında olduğunuzu, kestirip atmayı daha kolay bulduğunuzu anlayabiliyorum ama şu kalıplaşmışı bende söyleyeyim izninizle, hiçbir şey için geç değil.
Bu yalnızca bir mektup fakat gerçekten olmuyor. Pek zormuş. Umay, yani Umay Hanım'sınız tabii ki ancak ben size hep sen diye yazarım, şiirlerim de en azından, mazur görün. Rahatsız olmayın istiyorum ancak ben daha çok diken üstündeyim.
Umay, güneşin sakındığını bir tek sende gördüm. Ne vakit balkona çıksam içimdeki huzurun kaynağı seni görebilecek oluşumdu zira ben kaybolmuştum çoktan. Daha fazla ne için dayanmalıyım yahut çok fazla bir şeye çaba göstermeli miyim bilmiyordum. Sonra sen bana ışık oldun. Sözde şairliğim husus sen olunca lâl oldu sanırım, yazamıyorum, ellerim titriyor ve yüzümdeki ateş arttı.
Gönülçelen, evlenemez miyiz hiç? Esasında evlenmeden de severim seni, müsamaha verdiğin sürece fakat bilirsin ya, hiç hayatıma birisi girmedi benim. Seninse girip çıktı, hatta çocukların var, az da olsa verdiği hissiyata vakıfsın. Benimle olsan nasıl olurdun? Çok arsız, edepsiz bir soru gibi ve bu nedenden çok huzursuzum ama beynim o kadar durgun ki şu yazdıklarımı kahkahayla okuyorsan ağlarım. Rehâ ile Zülal ne derdi? Gerçi beş parasız, çirkin, yüz karası ve el âleme rezil olmuş bir aile ilişkisi olan bir adamı artık hanımlar kabul etmiyorsa çocuklar eder mi? Ben bir de bu hâlimle sana, zambakların anasına düşmüşüm, dengime değil.
Güzellikle çirkinlik benim için ufak çaplı hakaret ve gereksiz bir muhabbet fakat konu sen olunca ufkum açılıyor, zihnimde senin ismin tavaf ediyor, o günden diğer güne kadar pek bir şey yapamıyorum.
Umay, seni seviyorum değil mi ben? Yani buna daha ne denir bilmem, hiç de romantik durmuyor aslında, sadece kafam düzelsin diye süt içtiğim bir gece de yazdığım şiiri yazacağım sana, belki o bu şimdi ki paçavramdan daha hoştur. Ama nasıl utanıyorum, bir daha yüzüne nasıl bakacağım ben? Beni görürsen tülbent getir yanında, sarayım yüzüme ve öyle konuş yüreğimle. Tamam mı?
annem yemekten
babam sürmekten bıkmış
bizse -günahkâr elim ve ben-
5 çayı sonrası lakaytlardan
belki tövbem kabul olmayacak
ümitsizliği, lâkin bu bile günah bana
zira erik ekşisi yedim
elma değil
Umay'ın elleri dokunduğunda benimkine
o gün dedim ben
Rabb'im artık affetmezsen anlarım diye
koyduğumun hatalarını kaale almayıp devam ettiğimdense
ayaktaşımla birlikte yürüyoruz şimdi
utanmayacağıma yeminde bulundum
hozier kulaklarımı arşa çıkartırken
en fazla ne olabilir ki deyip
atıyorum ağzıma kenevirin tekini
bu arada dikey keserken ecel muhtemel
tavsiyesi geliyor aklıma
kalemtıraşın körelmiş bıçağıyla bakışıyoruz
gülme yüzüme şırfıntı diyor bana
alınıyorum, kaşlarımın arasından
göğsümün ucundaki nem
2 yaşımı anımsatıyor, demek böyleymiş
sütünden tutup kahrettiğim annemi
anlıyorum artık
külfetmişim gibi davranan babamı da, hem zaten
beni Umay'dan başkası tutamaz
ağzıma bırakır sahte nikotini geceleri
arayıp arayıp bulamadığım şey...
ve erik ekşisi gibi yol
pedalımın arasına sokuşan yaprak
Yokohama'dan gelen koku ve Umay
gecemi gündüz edemiyorum.
gafletten uyanıp teheccüd yapıyorum
izliyor beni, belki farklı geliyor salah ona
sonrasında edilen secde
açılan el, okşanan baş, tuzlu gözyaşları
duamı bitirdikten sonra tek istediğim Rabb'im,
erik ekşisi ve Umay
dilimde bıraktıkları ne nikotin ne kenevir
tek bildiğim acısı.
Al işte, rezil olduk yine. Rabb'ime, seninle kurduğum senaryolardan birini yazmışım ve ben daha da delirmiş gibiyim. Umay, evim de, huzurum da sensin ama tek eksik yine sensin. Annemde görmediğim şefkati sende aradığımdandır belki de bu. Bilmiyorum, hiçbir şeyi bilmiyorum.
Cihan, yani sana müptelâ olan mirtikin teki."
Yazdım sahi. Gidiyorum şimdi evine, çıktım evden. Yanıma kahve aldım, kuytu bir yerde içer, rezilliğime ağlar, camiye gider, Rabb'ime anlatıp depresyona girerim sonra ve umarım Umay bulmaz beni, yoksa hâlim itten beter.
Kapısındayım. Kalbim fırlamamak için pek efor sarf ediyor. Zili çaldım, açmaması için dua ediyorum çünkü açmazsa kapının önüne bırakıp kaçacağım.
"Ne oldu Cihan bu saatte?" dedi. Safım ya, ''Ne olacak, seni özledim,'' diyemedim.
"Bunu verecektim size, müsait olduğunuzda okursunuz inşallah, cevap almak için değil öyle, kasmayın, iyi akşamüstüler, Allah'a emanetsiniz, Rehâ ve Zülal'i öpün yerime, ben de gideyim." dedim. Ben bunca kelimeyi bir araya getirip cümle mi kurdum? Niçin bu kadar düşük oluyor çenem olmaması gerektiği zamanlarda? Rabb'im, yardım et. Bir şey demedi ardımdan zira koşar adımla gittim, kahvemi açtım. Acı kahve, bilmem kaçıncısı Umay'ı sevdiğimden bu yana.
Gözümden düşen yaşla bir bağlantım yok, bana sormadan akıyor. Durduramıyorum. Aslında bazen iyi oluyor ağlamak, yerdeki çimleri suluyorum, cildim bayram ediyor ama içim, kuruntusu hep aynı kalıyor. Sorun bu, her neyse. Eve dönüyorum çünkü zihnim dağıldı. Annemin sesini duymayı istemiyor olsam da zorundayım, değil mi?
Bazı oğlanlar analarının dizinin dibinde de olsa gâvurun memleketinde de olsa yüzünün karası, doğurduğu ıstırap, yoldaki taştan faydasız, hiçbir halta yaramayan eşyalardandır. Ben annem için buydum sanırım, kocaman bir külfet. Hani istediği gibi bir çocuk olmadığım içindir, yüzümün kendisine ve eşine çekmemesindendir, işsizliğimdendir, evlenmediğimdendir, boş beleş şeyler yaptığımdandır, bedenimin biçimsizliğindendir, sesimin çatallanmasındandır, krizlere girmemdendir, huyu kuruyasıca tavırlarımdandır. Bana karşı kendince kin duyabilir. Zira keza şekilde bende duyuyorum şahsıma, ona, birilerine. Bunlar normal. İnsanız.
Saat sabahın 4 civarı, ezana az kalmış ve ben sigaramla kahvemi rekabete sürüklüyorum. İlk önce hangisi etki edecek yüreğime, hangisi sel yangınımı vurup sökecek yerinden, yıkacak zelzelesini diye bekliyorum. Yüreğimin çarpıntısı içtiklerimden midir yoksa annemin yüreğindeki diken midir veyahut bunların üstüne deniz feneri gibi yerleşen Umay'a yaraşmayan aşkımdan mıdır? Namazdan sonra kahvaltı hazırlamayı düşünüyorum, anneme, Semâgile, Umaygile ve evin etrafındaki kedi köpeklere. Sonra Umay'ın yanına gittiğimde bana bir mektup, bir kıvılcım ya da en azından kapıyı açtığında geri yüzüme kapatmasını istiyordum. Neyse. Ezan okunuyor, kalktım, annemin odasına gittim, yatıyordu öylece hep olduğu gibi.
"Ezan okunuyor." dedim, uyanmadı. Hep silkelemem gerekirdi zaten, uykusu derindi ve günün pek çoğunda uyuyor, dışarı çıkıyor yahut eve tanıdıkları geliyor, sabahlıyordu. Yüreğim sıkıştı, uyanırsa edeceği dırdır için şimdiden bunalıyordum. Birkaç kere daha söyledim, kalkmadı.
"Anne! Uyan artık." diye bağırdım, devinim yoktu. Bayıldığını düşündüm, yüzüne su aktardım, hem uyansın hem günahlarının yarısı dökülsün omuzlarından dedim. Gözüm doluyordu. Bir şey yoktu ki ortada, niye duygusala bağlıyorsun kendini Cihan?
Nabzına baktım, elim gitmedi fakat baktım. Dayanamadım, ambulansı aradım. En doğrusu budur yani, değil mi? Nasıl olduğunu bilmiyorum, hastaların hapsedildiği, iyileştirmekten daha çok hasta ettiği o pislik, buram buram buhran kokulu yerdeydim. Semâ yoktu, Umay yoktu, annemin o çok gözde dostları yoktu, hele çağırasım hiç yoktu. Yokluğa ölesiye buğz ediverdim. Lakin en çok gözüme batanı, absürdü, beynimin basmadığı annemin yanımda değil de o yatakta oluşuydu. Ağlayamıyordum. Tüm o hezeyanım nereye gitmişti, anlamıyorum.
"Cihan!" dedi bir nidâ, hayır, Semâ gelmesin, olmasın. Gelme, yalvarırım. Yüzümü döndüm, onu gördüm, gözüm döndü, içimi gördü.
"Umay." dedim. Karşımda tir tir titredi, senin mi annen göçtü demek istedim fakat sanırım vakti değildi.
"Canım." dedi, ömrümden ömür eksildi, neredeyse annemi unutacaktım, hüznüm neşenin kucağına atlayacak, evlatların en hayırsızı ve yaşamım boyu annemin hayaleti üzerime düşüp vicdan azabıyla geberip gidecektim.
"Nefretimi bulamıyorum, kırgınlığımı da." diye ilk ağzıma geleni söyledim, gözlerime baktı, biraz yüzü ekşidi ve beklemediğim bir şey yaptı ancak insanlık dedikleri şey de budur dedim kendime, çare olmamasına rağmen teselli çabası sarf etmek, sarılmak, baş okşamak ve "Geçecek, düzelecek, ağlama, özür dilerim, kendine gel, alışırsın." zırvalıkları. Umay ise en masumu olan sarılmayı gerçekleştirdi, öfkem dindi.
"Kahvaltı hazırlayacaktım herkese, namazdan sonra." dedim. Kederimi dilime vermiştim, dilimi Umay'a. Keşke gelmeseydi dedim içimden çocukları için endişe duyduğumdan ancak bencilliğimden, hiç gitmesin benden diye de dua ettim.
"Hazırlarız." dedi. Başka bir şey demedi. Niye sormuyorsun, kızmıyorsun bana Umay, neden?
"Ne yapmalıyım?" dedim, sahiden bilmiyordum. Annem sevmemiş, ne yapmalıyım. Annem bırakmış, ne edeyim. Annem göçmüş, ne yapacağım? Bu elem yüzünden şu an kollarının arasında olduğum Umay'a bile sevinemiyorum.
"Semâ'ya haber verelim önce, mahallede görmedim. Sonrasını düşünürüz." dedi, içime su serpemedi fakat daha iyisini de bekleyemezdim. Omzunda olan kafam ağır gelmeye başladı. Gözlerim karardı biraz ve kurbağalar derimi soydu.
"Cenaze işlemleri için sizinle mi irtibat kuralım?" dedi bir ses, cevap vermedim, Umay kalktı ve bir şeyler konuştular. Cenazenin işlemi mi olurdu? Yıkayacaksın, okuyacaksın, sarıp gömeceksin ve elinden kayıp toprağa, anamıza dönmüş olduğunda ağlayıp heder edeceksin kendini, tamamdır! Sonra yine devam ediyor olacaktım yaşama, belki biraz rahatlar birazsa sırtımdaki yük hafifleyecekti.
Anne, bari yorgun argın ayrılsaydık, böyle habersiz değil.
Yatıyorum. Evde miyim yoksa hastanede nemli, soğuk bir odaya mı fırlattılar beni bilmiyorum. Umay gitti ve bazı akrabalarla Sema geldi. Anneme olan nefretim vakit geçtikçe artıyor zira bana herkes ve her şeyim gittiğinde ne yapmam gerektiğini, erik ekşisinin nasıl yapıldığını, Umay'la nasıl konuşacağımı, bana nasıl yaşayacağımı öğretmedi. Öğrenebileceğim bir şey miydi?
Annem göçtüğü için aman aman üzülemiyorum, benden hep gitmişti fakat ırağa değil, evin içinde bir yerlere. Kendim için değil de artık Semâ için endişeliyim, beni de sevmiyor pek. Başıboş, beş kuruşsuz adamın tekiyim. Sarıp sarmalansam istediğim milyonlarca şeyi gerçekleştirse bile Rabb'im, hafiflemeyecek bir sızı var içimde. Ucuz bir yas.
Odamdayım. Aç değilim, uykum yok, Semâ'yla konuşmadım, annem yok, babam hiç yoktu, Umay'ı unuttum. Bana acıdığını ve bu vaziyette kimin olsa böyle yapacağını biliyordum. Hep, en azından umutsuzluğa düştüğüm vakitlerde, bir kurtarıcı bekledim. Umay'la karşılaştığımda o olduğunu sandım hatta ama sonra gerek olmadığını fark ettim. Allah ve yardımıyla ben kendimi kurtarabilirdim, başkası değil.
Yarın oluyordu. Bugünüm nasıl doldu hatırlamıyorum, buruşturulmuş kağıt gibiyim.
"Allah(c.c) mekanını cennet etsin inşallah, amin." diyorduk. Yani odamda içimden amin diyordum, evin salonunda yüzlerini tanımadığım kadınlar, Semâ ve Umay birlikte anneme dua ediyorlardı. Semâ sandığım kadar hüzne bulanmış değildi, çocuklarıyla gülüşüyor, kırk kere yanıma uğruyor, sürekli dua ediyordu. Fazla anladığım söylenemez. Annemle uzlaşmazdı fikirleri, sevgileri çoktu, saygısı vardı. Benimle olduğu gibi değildi, biraz büyümüştü. Belki havleydi o. Bense, evet bense feci derecede gariptim. Bildiğimiz gibi annem bu dünyadan temelli göçmüştü, ardında hatıraları bırakmıştı ve o hatıralın yarısından çoğu kederle yoğrulmuş sevinçlerdi. Onu seviyordum, ondan nefret ediyordum ama hakkımı helal ediyorum. Umuyorum ki o da eder. Anne-babaların hakları ödenmiyormuş, ne yapsalar bile en azından yaptıkları iyi şeyler ve karakterimin, insan olmamın özünde ellerinin yardımı varsa haklarını helal etsinler, ben etmeliyim. Onlarla yüzleşemem. Ben henüz kendimle bile yüzleşemiyorum ki.
Semâ'nın hisleri gerçek mi? Umay niçin burada? Erik ekşisi yemek istiyorum. Tadının müptelası olduğumdan değil, ekşiliği ve tatlılığı beni huzursuz ediyor, huzursuzluksa ruhumu oynatıyor yerinden. Yaşadığımı ummakla kalıyor gibi. Böyle devam ederse ben daha iyi olamayacağım. Annem gitti, bu olağandı. Hüzün hissetmem, göğsümdeki bu kaşıntı tamamen doğal. Bir süre sonra geçecek, arada bana selâm verip gidecekti. Komşum ve kahrım sayılırdı. Zihnimde oluşturduğum senaryolar olmadan yaşamak acı verici ve huyumu kurutur. Dışarı çıkıyorum. Evde kalırsam bir şey olmayacaktı. Umay yanımda gelse mutlu olabilirdim ama beni düşünecek kadar ince değil.
Ve dağın yamacına az kaldı. Miyopluğum tutuyor ve yerime kimin oturduğunu anlamaya çalışıyorum. Bir eşarp rüzgârda salınıyor, mavinin pasif bir tonu gördüğüm kadarıyla. Sonra kokusu doluyor burnuma, erik, erik, erik, erik, Umay, Umay, Umay, Umay. Canımdan soluyorum, ne zaman geldi ki buraya, daha az evvel evimdelerdi. Halüsinasyon mu bu? Bunamış olabilirim. Belki de annemin hayaliyle kendime pusu kurmuşumdur. Anne git başımdan, seni sevmiyorum.
"Cihan, neden ağlamıyorsun?" diye seslendi bana karşı. Bağırma, çığırma, kızgın bir ses tonuyla demedi bunu. Çok merak barındırıyordu, ağlamamı istiyordu çünkü hep bunun iyi hissettireceğini söylerler ancak ağlayacak bir omuz, yetecek gözyaşı ve soluksuz kalacak bir nefes gerekirdi. Buna sahip olduğumu sanmıyordum. Güçsüzlükten de değildi, böyleydim.
"Sen neden ağlıyorsun? Bu daha şüpheli duruyor." dedim. Haklıydım, annemle yakın sayılmazdı, beni sevmiyordu. İnsandı.
"Vicdandan ve kendime üzüldüğümden. Bir gün bende öleceğim sonuçta." dedi, bu kadar hızlı cevap beklemiyordum. Acıdım. Dürüsttü. Yutkunamadım.
"Erik ekşisi yapmayı biliyor musunuz?" dedim. Evet, Umay Hanım'ın eli lezzetliydi ve tek tanıdığım kadın oydu. Dahası, maatteessüf ona âşıktım ve o bunu biliyordu.
"Bilirim tabii, seviyorsan yapayım canım." dedi ve zehirlendim. Kelime darağacım yetmiyordu artık.
"Bana canım demeyin, sebebini anlayabilirsiniz ama evet, yaparsanız çok sevinirim." dedim. Dilimden nasıl döktüm bunları bilmiyorum. Umay güldü, gülmesi kahkahaya dönüştü ama sessiz oluşu çok komikti.
"Mektubun çok hurdahaş etti beni. İnanacaktım neredeyse." dedi sonra, işte o an gözlerim yanmaya başladı. İçimdeki tuzlu su gelecekti, hissediyordum, tutmak istemedim. Çünkü hisler o an yaşanılmazsa daha sonra patlak verip insanı heder ederdi.
"İnanmıyor musun?" dedim. Hırçındı sesim, iyice üzüldüm. Canımı yakıyordu göre bile.
"İnanmıyorum sahi. Sen beni sevemezsin Cihan, hem artık annen de yok. Gezip tozup ayaklarına kapanacağın, ellerinden tutup hâlihazırda yanıp tutuşan dünyada bir de beni tutuşturacağın o kişi olamam. Ben senin için o değilim, böyle kalmalı. Onun vazifesini alamam ama onun vermediği sevgiyi sana sunarım, Umay olarak. Sözde aşkın olarak. Kabul edersen." dedi ben ağlamaya başlamışken. Dediklerine ağlamıyordum, onun güzel düşüncesine ağlıyordum. Evet. Umay, benim annem değildi, olamazdı. Neticede ben annemin yüreğindeki diken misaliydim, Umay'ın değil.
"Salak mısın kızım? Kafayı yedirteceksin bana. Keçileri kaçırdığım yetmemiş gibi." dedim. Kabalığımdan bahsetmek istemedim, o beni anlıyordu, kafam dolu ve Umay'a odaklıydım. "Herkesin olduğu kadar... Emin ol, her şey iyi olmayacak fakat yanında olduğum sürece iyi hissedeceksin. Benim hissettiğim gibi." dedi ve bittim.
Dünyamda kocaman bir güneş doğdu batanın üstüne, gözlerimi açarsam yanardım. Bu yüzden sadece kollarımı uzattım ona. Okşadım, izin verdi. Ağladım, bana güldü, erik ekşisinin kokusu burnumda tüttü, sevmiyordum. Annemden özür diledim, Umay'a sahiden âşıktım, o bana değilse bile... Güzellikle çirkin birleşmiş, bizim paçavramız yaşamın gerçeklik vehminden üstün olmuştu. Umay Hanım yanımdaydı, Semâ evimdeydi ve muhtemelen dua etmekle meşguldü. Bizse -Umay ve ben- sarılmış ağlıyorduk. Yıllardır düzgün akmayan gözyaşlarıma darılmadım, hemen gitmesi en son istediğim şeydi ve bu dileğim kabuldü. Artık Rabb'imden tek istediğim Umay'ın yapacağı erik ekşisiydi, gerisi kerim.
***