“Ben yokken hiç üzülme, olur mu? Her zaman yanındaymışım gibi düşün. Kendini hiçbir zaman üzme. Ağlama, hem de hiç ağlama.”


Zaman şırıltısını kesmiş ve sessizlik sarmıştı her yanımı. Zaman durdu zannettim. Zamanın duracağını düşünmek, en büyük aptallıktı. Zaman, hiç durmadığı için bir akıntıya benzetiliyordu. Kayaları bile sürükleyecek güce sahip bir dere gibiydi. Son olarak onu da içerisine almıştı. Akıntıya kapılmış gidiyordu. Onu saran su damlalarını teker teker yok etmek istedim ama ben güneş değildim. Oysa kapıldığı akıntısında son olarak bu sözleri söyleyerek gidiyordu.


Bu sözlerin üzerine ne diyebilirdim? Mutluluğun en uç noktasını onunla yaşamışken onun yokluğunda nasıl mutlu olabilirdim? Hapsolmuştum karanlığa. Bundan sonra hiçbir zaman güneş doğmayacak gibiydi. Güneşin doğmayacağını düşünmek de ayrı bir aptallıktı. Her şeyin bir yeri ve zamanı vardı. Ben yerimden edilmiştim. Peki, zamanı doğru muydu? Ben bunu kaldırabilecek güce sahip miydim? Ben bunu kaldıramayacağım diye düşünüyordum. Boynum tutulacak hatta belim kambur kalacaktı. Yolun sonuna gelmeden de düşecektim. Benim buna gücüm yok desem de içime doğru konuştuğum için duymadım. O, güneş doğmadan gitmişti. Günüm ilk defa aydın olmayacaktı. Bir yandan günün doğmasından korkarken bir yandan da günün ben yalnızken ve doğuşundan habersizken nasıl doğacağını merak ediyordum.


Her zaman yanımda olduğunu düşünecektim. Hayaliyle gerçeği bir olur muydu? Hayallere kapılıp yaşamak, gerçekten büyük bir aptallıktı. Gerçeklerden uzaklaşmak için kurardım hayalleri. Bazı hayaller, gerçekten uzak olduğu kadar da çok güzeldi. Gerçekten de öyle değil mi? Gerçek hiçbir zaman en güzeli değildir. Mükemmel denilen şeye de şunlar olsa daha iyi olurdu deriz. Yanımda gibi düşünecektim. Önce zor olacaktı ama zamanla alışacaktım ve işte son noktada aptallık olduğu ortaya çıkacaktı. Alışmış olacaktım. Kabullenecektim yokluğunu ve bu cümleler dökülecekti kalemimden. Aptallık. Hep yanımda gibi düşündüm. Yaşadığım her şeyi ona anlattım. O ne derse onu dinleyerek hareket ettim. Bir yerden sonra sadece adını demeye başladım. Göremiyordum hayalini ve hissedemiyordum da. Sadece karanlıkta gördüğümü fark ettim ama gördüğümde her zaman veda ediyordu. Gündüzleri onsuz geçen zamana alışmıştım. Dayanamazsam yorganı kafama çeker yatardım. Yeter ki göreyim umuduyla veda etmesine bile razıydım. Belki de bu, mesajdan daha iyi bir veda olurdu diye. Zaman ilerledikçe sürekli veda edilmesi daha da çok canımı yakmaya başlamıştı. Yorganı kafama çekmez olmuştum. Yatağa girdiğimde uyumaya niyetlenmez olmuştum. Işıkları kapatmadan yatağın üzerinde kendimden geçene kadar her türlü şeyle ilgilenerek o vedadan kaçardım. Gözümü açtığımda nasıl uyuduğumu bile hatırlamazdım. Aptallık giderek kendini göstermeye başlamıştı.


Ağlama, demişti mesajında ama ağlamamak en büyük aptallıklardan birisiydi. Ağlamayan insan, şişerdi. Ağlamak, sıkıntılarını içinden atmanın değişik türlerinden birisiydi. Ben de ağladım. Hiç ağlamadığım gün yemek yememiş, su içmemiş gibi gündelik zorunlu bir ihtiyacımı yapmamış gibi olurdum. Ağlamadan geçen bir günün ertesinde öfkeli, hüzünlü, alıngan gibi duygularla şişerdim.


Mesajına cevap olarak sadece “Tamam.” yazmıştım. O kapıldığı akıntıyla kaybolurken “Tamam.” diyebildim.

Bu mesajla, üzülmemi istemediği için bir gün gelir umuduna kapıldım. Umuda kapılmak aptallık değildi. Umudun yaşamak için tutunulan bir dal olduğunu düşündüm. Yaşamak aptallık mıydı, diye sordum. Onunla birlikte yaşama ihtimali ise bu soruya “Değil.” yanıtını verdi. Aptallık neydi, aptal mıydım diye sorular sormaya başladım. Akıntının yanından uzun bir süre ayrılmadan izledim. Akıntıya meydan okuyup dönmesini bekledim. Beklemek aptallık mıydı diye sorsalar kesinlikle aptallık olmadığını iddia ederdim. Bekledim, gelmedi ama beklemek, kocaman bir umudun meyvesiydi. Umudum bitti desem de hiçbir zaman bitmediğini anladım. Umut, dal değil, kocaman bir ağaçmış. Hem de öyle bir ağaçmış ki sadece bazı mevsimlerde yapraklarını dökermiş ama üzerine yapılan yuvalar hiç bozulmazmış. Aslında çoğu ağaç gibiymiş ama işte ben sadece o ağacı tanıdım. Yapraklar döküldüğü zaman bir gölge bulamam diye akıntının kenarından uzaklaştım. Evlerin tüten bacaları beni çağırsa da giremedim. Gölgesiz de olsa sırtımı yine o ağaca dayadım. Zaman durdu, güneş doğmadı, hayallere kapıldım, bazen ağlamadığım bile oldu, yine de üzüldüm, sonra tekrar ağladım ve bekledim. Bu ağaç sırtımı sıvazlarken umudum hiç bitmedi ve onun olmamasına rağmen yaşamak aptallık değildi. Aptallık neydi ki?