İlginç bir manzaraydı gördüğüm. Hülyalarımın gözlerim önünde parça parça eridiğini, gerçeklerin arasında kaybolduğunu anbean görüyordum.

Bu öyle acınası bir durumdu ki tüm bunları yasamaktansa ölümün kollarında sonsuz saadete ermeyi tercih ederdim.

Ama etmedim.

Ölüm ne kadar kuşatsa da gövdemi ve ruhumu, inadına yaşadım; pisliğe batarak ve batırarak.

Çamurlaştım.

Gözlerimi açtım sonuna kadar, gerçeği tüm çıplaklığıyla kabullendim ve kaçtım rüyalardan.

Beş para etmezliğimi unuttum, kendime yeni sıfatlar edindim.

Birinin oğlu oldum mesela, sarhoş oldum, serseri oldum, ben olmanın ne demek olduğunu gizledim. Ben olmayan ne varsa sahiplenip serdim insanların gözlerine.

İnsanlar, ah insanlar. Ne ustalar, anlamamakta...

Anlaşılmamak, yazımdı.

Ben bu köyün delisiydim ve bunun farkında olan yalnızca bendim.

Kabullendim hayatın en büyük cambaz olduğunu ve rüyaların yalnızca cesareti olanlar için bir anlamı olduğunu.

Cesaretsizdim, kendi kanımda yıkandım, bilmem kaç sabah boğularak uyandım, kanımdan.

Yine de güzeldi yaşamak ve değerdi bir hiç olmaktansa aptalca bir sebep yüzünden nefes almaya.

Birinin kocası olarak mesela, bir arabanın sahibi olarak, bir dükkanın ustası olarak.

Ne denilirdi ki?

Çok savunduğum, ısrarla üzerinde durduğum bir söz vardı eskiden; artık yok.

Aut inveniam viam aut faciam.

Hayır, bir yol yok ve bulamayacağım da.

Yalnızca bir kader var Tanrı'nın seçtiği veyahut benim ottan boktan sebepten tercih ettiğim.

Her neyse, çok konuştum yine, bir kadeh daha verir misin muhittin abi, ne bakıyorsun öyle gözlerime, bu damlalar Tanrı'nın lütfu, o yüzden sevin bana ve benim gibi şımarıklık yapan tüm dostlara.

Doldur muhittin abi, sonumuz bir kara toprak nasıl olsa.