Ne zaman başladı bilemiyorum. Uçsuz bucaksız yeryüzünde, dağların ve denizlerin birbirini tamamladığı, doğanın evrene karşı kayıtsız bir varoluş içerisinde olduğunu düşündüğüm bir noktadaydım. Acıkmıyor, insani ihtiyaçlarımı karşılamaya ihtiyaç duymuyordum; işte tam o noktada insan mıyım, yoksa bir simülasyon içerisinde kontrol edilen programlardan mı ibarettim, bilemiyorum. Size bulunduğum yeri, varolma hikayemi ve bana bahşedilen büyük amacımı anlatmak istiyorum. Doğumum ve olgunlaşmam arasında geçen süre birkaç saniyenin oluşturduğu onlarca yıldan ibaretti. Zaman kavramı saniyeler ile ifade edebileceğim kadar hızlı olmasının yanı sıra her bir milisaniyesindeki anıları, yılların hakimiyetinde ilerlemiş gibi anımsayabiliyordum. Bu yeryüzüne gözümü açtığımda burada yalnız olmadığımı hissediyor, bana yüklenen bir görevin olduğunu düşünüyor fakat kavrayamıyordum... Birkaç saniyeye eşlik eden yılların geçmesini bekleyip olgunluk seviyesine geldiğimde artık bazı soru işaretleri cevap bulmaya başlamıştı. Görevimin ne olduğunu öğrenmeye başlıyordum. Görevim bana söylenmemiş, anlatılmamıştı. Her şey varlığımı keşfetmeye başlamamdan itibaren bedenimi, duygularımı etkisi altına alan bir çekim gücü ile başladı. Başlarda karşı koymak istedim fakat bilhassa hareketsiz kalma isteklerime ayaklarım devinim hale geçerek karşılık verdi. Zaman ve yer kavramını yitirmiş soluksuz, renksiz, yeryüzünde hareket ederken karşıma çınar ağacının ihtişamıyla kaplanmış bir yerde buldum kendimi. Adeta cennetten bir köşe olan bu yerde kurak topraklar, yerini kil ve kumdan oluşan bereketli doğa anaya emanet etmiş, çınar ve selvi ağaçları sarmaş dolaş sevişmekle meşgul, butimar kuşları sulak gölde su içmeye kıyamıyor, kanım ise damarlarımda coşkunca hareket ediyordu. Yıllara karşılık gelen saniyeler boyu burada huzur bulmuş ve istemsiz devinimlerime şükrederek sesimi duyan bütün Tanrılara tapınıyordum. Yıllar boyunca her bir köşesini adım adım zevk naralarıyla dolaşırken bütün bedenimi ele geçiren karıncalanma ve açlık hissi duymaya başlıyordum. Bütün yeryüzü çamurla kaplanmış, ölüme bırakılan fakat ölümün huzuruna erişmesine izin verilmeyen lanetlenmiş bir bedeni andırırken bulunduğum cennet köşesine atfedilen güzelliklerin bir sebebi olmalıydı. Açlık hissine kapılarak alaycı kuşların, sümbül çiçeklerinin, güneş ışığına yüzüne dönen ayçiçeklerinin, begonvil bahçesinin aralarından geçerek küçük çemberimin bittiği noktaya ilerliyordum. Attığım her adımda dans eden kelebekler ölümle kucaklaşıyor, güneş ışını yerini kasvetli rüzgarlara bırakıyordu. Geri dönme isteğim bütün bedenimi kavururken yeryüzündeki gize olan merakım devam etmemi sağladı. Bu esrarlı yolculuk cennet bahçesinin toprağını saran çınar ağacının dallarının bittiği noktada gizemini saklıyordu. Ayaklarımın altındaki toprak dallardan arınıp yerini çamurla sıvanmış bataklığa bırakınca karşıma örümcek ağlarıyla kaplı, masallardaki sarayları andıran yıkık dökük bir ev çıktı. O ana kadar yeryüzünde benzerine denk gelmediğim bu yapı karşısında kalakalmıştım. Kafamın içine birçok görüntü saldırmaya başladı. Attığım her adım, bir öncekinin tekrarı gibiydi. Kendi ayak izlerimi takip ediyordum sanki. Fakat daha yeni doğmuştum, doğumum ile bugün arasında geçen onlarca yıl, içi dolmamış askıda kalan birkaç saniyeye eşlik ediyordu. Parmak uçlarımdan hafızamın en ücra köşelerine yayılan titreme, bu çökmüş sarayın cennetin bir parçası olduğu görüntüleriyle dolduruyordu içimi. Bu yalnızca bir hayal mi, yoksa geçmiş, hatta geleceğin bir parçası mıydı, bilemiyorum. Kapıldığım derin düşünceler kulaklarımı tırmalayan bir gıcırtı ile kesildi. Gözlerimi çamura gömülmüş çıplak ayaklarımdan kaldırıp sarayın ahşap kapısına çevirdiğimde bedenim kor alevlere atılmışcasına yanıyordu. O esnada kapının girişinde gözlerimi süsleyen bedenin güzelliği tarafından esir alınmıştım. Belinden kalçasına kadar uzanan bronz sarısı saçları, sivri çenesi, yakut yeşili gözleri, gözlerinin içindeki soluk bakış, içimi derin kederlere boğmaya yetti. Bu güzelliğin çevresini saran ölüm kasveti çehresine yansımıştı. Cennetin en nadide çiçeklerinin ihtişamını sönük gösterecek bu güzellik, bu hüzne sahip olmamalıydı. Bedenim sürüklenircesine hareket ediyordu, sarayın solmuş bahçesinden geçerek kapıya doğru yöneldim. Gözlerimizin birbirine değdiği anda yüzünde kayıtsız bir duruş ve donuk bakışlarla sanki daha önce gördüğü bir sahneyi tekrarlarcasına izliyordu beni. Gördüğüm güzelliğin hüzünle birleşmesi karşısında ayaklarım artık bedenimi taşıyamayacak hale geldi, önünde diz çökmeye başladım. İfadesi değişmemiş, aynı kayıtsızlıkla izliyordu beni. Fısıldayarak, "Neden?" diye sordum. Sorumla birlikte bir adım geri atarak gitmeye hazırlandı. O anda kelimeler boşalırcasına rüzgarların, solmuş çiçeklerin, örümcek larvalarının içinden süzülerek boşlukta yankılanmaya başladı. “Cennet köşesi bu kadar yakınken ölümün her bir zerresine saldırdığı bu topraklarda neden yaşıyorsunuz? Bu hüznünüz, bu hüzne sahip olmak zorunda mısınız? Mutluluk çok kolay, kafanızı kaldırın ve yaşayın, siz buraya ait değilsiniz.” diye sıraladım cümlelerimi, nefes nefese kalmıştım, cevap vermek için ağzını açtı, “Burası benim yuvam.” diye karşılık verdi. Tiz olmasına karşın keskin ve sert bir ses tonuyla konuşuyordu. “O halde izin verin burayı sizin için güzelleştireyim, cennetin bir noktasıyla kavuşturayım burayı.” alaycı bir gülümseme ile kafasına sağa sola sallıyordu, açıklama yapma gereği hissederek “Hiçbir karşılık beklemeden, sadece mutlu olmanız için yapacağım bunu, söz veriyorum.” O anda beklemediğim bir duygulanım yaşayarak dudaklarında bir titreme esintisi dolaşmaya başladı, donuk bakışları ise yerine acımanın yumuşaklığına bıraktı. “Söz verme, tutamayacaksın.” diyerek arkasını dönüp çökmüş sarayının kapısını, incitmekten korkarcasına usulca kapattı.

Doğumumdan itibaren bu anlamlandıramadığım yeryüzünde bulunma sebebimi düşünüyor, belirsiz görüntülere tuhaf bir çekim gücü hissediyordum. Şimdi anlıyordum, burada olma sebebim oydu, onu mutlu etmeliydim.

Yapacağım şeyleri biliyordum, önce gözlerini hüzünle dolduran bu manzarayı düzeltmeliydim. İlk işim bahçesindeki solmuş çiçekleri kırparak cennet köşesine gidip verimli tohumları buraya serpiştirmek oldu. Bahçeyi suluyor, duvarları ele geçiren örümcek ağlarını temizliyordum. Sıra çamurun ele geçirdiği toprağı canlandırmaya gelmişti. Çamurlu yüzeyi topraktan arındırıp cennet bahçesinden topladığım çalı, gübre ve çiçek yapraklarını ekleyerek güneşin unuttuğu bu ölüm kıyısına vurması için yakarmaya başladım. Bu yakarışıma kayıtsız kalamayan doğa, rüzgarları dindirerek ölümü kendi topraklarından kovmaya karar vermiş gibiydi. Önce rüzgar dindi, güneş bütün ihtişamıyla her bir noktayı ısıtmaya, canlılık vermeye başladı. Solmuş çiçekler açıyor, ölüm dansına yenik düşen kelebekler artık korkmadan uçabiliyordu. Bu süreç milisaniyeye tekabül eden aylarımı alsa da geriye cennetin bu toprakları içerisine alması kalmıştı. Bir süre sonra cenneti oluşturan çınar ağacının dalları, çökmüş sarayın etrafını sarmaya başladı, artık burası da cennetin bir parçasıydı. İlk ve son görüşümün üzerinden geçen süre zarfında bütün devinimlerini oluşturan, ruhumun derinliklerine nüfuz eden hüzünlü bakışlarıydı. Günlerimi onu bekleyerek geçirdim, ahşap kapıdan gelecek en ufak bir sese kulak kabartıyor, yalnızlığımın ilk defa huzursuz ettiği gecelerde en ufak bir sese koşturarak kapının önünde hayallere dalıyordum. Umudumu diri tutmaktan yorulmaya başladığım bir gün kapı açıldı, ürkek adımlarla dışarı çıkarak, begonvil ile papatyanın birbirini seyre daldığı bahçenin tam ortasında duruyordu. Yanına giderek gözlerindeki ışıltıyı izlemeye başladım. Dudaklarında küçücük bir anlığına tebessüm belirdi. O anda kanımın coşkunluğu, kalbimin çarpıntısıyla yerimde duramayarak “Bu cennet bizim, gel ve mutlu olalım, artık o hüzne sahip olmamalısın!” diye sevinç çığlıkları atıyordum. Gözlerime baktı ve ışıltılı gözlerinde oluşan donukluk ruhumun ürpermesine sebebiyet verdi. Hiçbir şey söylemeden eve girdi. Kalakalmıştım. Fakat bir an için tebessüm etmişti ve mutlu olacaktı, bunu hissediyordum. Her gün belirli zamanlarda bahçeye çıkıp çiçekleri kokluyor, ağaç dallarıyla sevişen toprağın görüntüsüne uzunca dalıyor ve tek bir kelime etmeden eve giriyordu. Yüzündeki mutluluk hali her geçen gün daha belirgin oluyordu. Mutlu olması içimde büyük sevinçler doğuruyordu fakat beni görmüyordu, güzellikler arasında geziniyor ve tekrar “yuvasına” dönüyordu. Onu tanıyana kadar yalnızdım fakat onu tanıdıktan sonra yalnızlığın şiddetini anlamıştım. Cennet bahçesinin başlangıç noktasına gidiyor, yeryüzüne yaşam veren çınar ağacının dallarının altında kaybettiğim huzurumu bulmaya çalışıyordum. Huzur bulduğum, mutlu olduğum noktaların hiçbirinde artık o mutluluğu elde edemiyordum; her seferinde ahşap kapının önünde hayallere dalmış, düşüncelerimin kıvrımlarında bir ömür kuruyor, mutluluğumuzu paylaşıyorduk. Hayal aleminde dolaştığım günlerin birinde tekrar kapı açıldı, önce bana bakıp güzellikler arasında gülümseyerek kaybolmaya başladı. Yanına giderek “Mutlusun, bu mutluluğunun hiçbir zaman hüzne boğulmasına izin verme.” dedim. O anda duygu yoğunluğuna uğrayarak gözyaşlarımın yanaklarımdan süzüldüğünü hissettim. Kafasını kaldırıp “Neden ağlıyorsun, mutlu değil misin? Mutluluğumla mutlu olacağına söz vermiştin oysa...” diye mırıldandı. Artık sesi güçlü çıkmıyor, fısıldayarak konuşuyordu. “Mutluydum,” diye yanıtladım. Bir süre nefes aldıktan sonra yineleyerek “Evet mutluydum, mutluluğun yetiyordu ama benden uzakta yaşadığın mutluluğu istemiyorum, birlikte mutlu olalım. Elini ver yeter, birlikte mutlu olabiliriz.”

Cümlelerimi bitirdiğimde kasvetli rüzgarlar esip kuş cıvıltıları duyulmayacak kadar uzaklara göç etmişti. Bir anda onu ilk gördüğüm günkü hüznü çehresine yerleşmiş ve “Sözünde durmadın,” diyerek eve doğru hızlıca ilerledi. Peşinden koşturdum, “Dur, lütfen dur!” diye seslendim. Kapıyı kapatmadan önce arkadına dönerek elini yüzüme dokundurdu, “Bu kez unutma, hatırla.” dedi ve eve girdi. O andan itibaren ölümüme kadar olan süre zarfında bir daha da görmedim. Yaşamım sona erdiğinde aklımda halen son cümleleri vardı, “Unutma, hatırla.” demişti. Ne demek istediğini anlayamadan gözlerimi sonsuz karanlığa kapattım. Gözümü açtığımda bir çocuk olarak başladığım noktada tekrar uyandım. Birkaç saniyeden oluşan onlarca yıl boyunca aynı çekim gücünü hissederek kendimi önce cennet bahçesinde, sonrasında ölüm kasvetine dönüşmüş solmuş çiçekler ve örümcek ağlarıyla karşılaşırken buldum. Çamurlu toprakta çökmüş sarayı izlerken sarayın cennetin bir parçası olduğu görüntü yine aklıma nüfuz ediyordu. Fakat anımsayamıyordum. Ta ki onu görene kadar, onu gördüğüm anda bütün yaşadıklarımız hafızama saldırdı, hatırla diyerek ne demek istediğini şimdi anlamıştım. Bu anı onlarca, yüzlerce defa yaşamış, her seferinde verdiğim sözü tutmayıp ondan mutluluk istemiştim. Bu yeryüzünde aynı şeyleri yaşıyor, tekrar tekrar uzaklaşıyorduk birbirimizden. Cennet ve cehennemin arasına sıkışmış iki lanetli ruhtan ibarettik belki de. Bu kez farklı olmalıydı. Bu laneti artık değiştirmeliydim. Anımsıyor olmanın bana verdiği güçle bu kasvetli yeryüzünü tekrar cennetin bir parçası haline getirerek, onu görmeden bir cennet oluşturup, kendi cennet köşeme çekildim, hayallerimde onu anımsayarak ölümü beklemeye başladım. Ben mutluydum, o da köşesinde mutlu oluyordu. Ölümüm ve doğumum arasında geçen her rutini böyle ilerleterek birlikte olamayacağımız mutluluğu ayrı ayrı yaşamaya başlamıştık. İçimde ‘ona karşı duyumsadığım yüce duyguları yaşamak için ona ihtiyacım yok’ cümlesini kuruyordum her seferinde. Sıkışmışlığın, tutulmayan sözlerin ve mutluluğun derin anlamını çözümleyerek lanetlenmiş iki ruhu arındırmaya çalışıyordum. Son olarak arınmış köşemden size seslenerek sonlandırıyorum cümlelerimden oluşan yaşamımı.