Telefonu açıp açmamak konusunda kısa süren bir tereddüt yaşadıktan sonra gelen çağrıyı cevapladım. "Merhaba eski dostum!" dediğinde birkaç saniye duraksadıktan sonra "Merhaba" diyebildim ancak.

— Merhaba, eski dostum!

— Merhaba!

— Çok uzun zaman oldu seninle tekrar iletişime geçmeyeli. Umarım beni unutmamışsındır.

— Hayır! Seni unutmadım.

— Bana verdiğin tavsiyelerin hemen hemen hepsini hayatıma uydurmaya çalıştım.

— Benimle tekrar iletişime geçtiğine göre pek de başarılı olamamışsın.

— Seninle görüşmek istiyorum.

— Senin için bir tarih atayabiliriz.

— Seninle kliniğinde görüşmek istemiyorum.

— Benimle neden görüşmek istiyorsun?

— Bana yardım edebilmen için.

— Seninle nerede görüşmemi istiyorsun?

— Senin için gönderdiğim küçük zarfı açtın mı?

— Evet.

— O halde nerede olduğumu biliyorsun.

— Hayır, senin nerede olduğunu bilmiyorum.

— Grise Fiord’tayım.

— Senin için Kanada’ya gelmeyeceğim.

— Benim için Kanada’ya gelmeyeceğini biliyorum. Bir insanın hayatına yeniden can vermek için Kanada’ya geleceğini biliyorum. Hoşça kal, eski dostum!


Yaklaşık bir buçuk dakika süren konuşmamızın kalan yarım günümü bu denli etkileyebileceğini ben de tahmin etmemiştim. Sıradaki hastama duyduğum saygıdan dolayı ona durumu anlatabileceğim kadarıyla anlatıp randevumuzu iptal ettim. Bu duruma her ne kadar sıcak bakmasa da beni geri çevirmeyip ricamı kabul etti. Artık eski dostumu arşivin içindeki klasörlerden aramayacaktım. Onu daha derinlerde, üniversite yıllarımıza kadar uzanan geçmişimde arayacaktım. 

Mark Rıza Faltermayer yarı Türk, yarı Kanada vatandaşıdır. Babası Kanada asıllı Alman ve annesi ise Rum asıllı Türktür. Mark Rıza ile tanıştığımızda henüz ikimiz de üniversitede idik. Aynı dönem girdiğimiz tıbbiyeden, ben ondan daha erken bitirerek mezun oldum. Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane'den yani bugünkü ismi ile İstanbul Tıp Fakültesi'nden her ikimiz de mezun olduğumuzda yardıma ihtiyacı olan tüm insanlara koşabilecek bir meslek seçtiğimiz için ikimiz de kendimizi evrensel hissediyorduk. Mark Rıza ile üniversiteye kayıt yaptırmaya gittiğimde tanıştım. Gayet kibar, beyefendi, sevecen, nazik biriydi. O günü hiç unutmuyorum. Bense sakarlıklarımla günü mahvetmeye çalışıyordum adeta. Üniversite bitene dek hep birlikteydik onunla. Derslere birlikte giriyor, ders bitimlerinde birlikte bir şeyler yiyip birlikte bir şeyler içiyorduk. Derslerinde gayet başarılı bir talebeydi. İnsanların beden dillerini yakinen takip eder, bunlardan çıkarımlarda bulunurdu. Ve çıkarımları her zaman ortalamanın üzerinde doğru bulunurdu. Bu kabiliyeti Tanrı’nın ona bahşettiği bir lütuftu. Onunla yakınlaştıkça ondan çekinmeye başladığım zamanlar da oluyordu. İnsan, yalan söyleyemediği kişilerin yanında bulunmak istemez bazen. Küçük yalanlarla durumu kurtarabileceği anların olma ihtimali dahi rahat hissettirir. Aksi durumu korkutucu olabilir zaman zaman. Suç her an işlenmeye müsait bir unsurdur ancak yakalanmak, hiçbir zaman müsait olunacak bir durum değildir. Bu yüzden herkes gibi ben de zaman zaman Mark Rıza'nın yanında bulunmaktan çekiniyordum. Okulumuzun bitmesine yakın tıbbiyeden sonra hangi alanda uzmanlaşacağımız hakkında tartışmalarımız oluyordu. O tercihini tıbbiyeye girmeden önce yapmıştı zaten, psikiyatri istiyordu. Benim bu bölümü tercih etmem ise ondan etkilenmemden kaynaklıydı. Daha öncesinde enfeksiyon hastalıkları düşünüyordum. Mark Rıza ile olan derin tartışmalarımızın sonucunda fikrim onun zihnine düşmeye başlamıştı. Hiçbir zaman aydınlanmasını istemediği bir alandı sanki zihni. Kendi başına kaldığı zamanlarda Podmoskovnye Vechera dinliyordu. Entelektüel bir kişiliği vardı. Kibardı, nazikti, sevecen ve güleçti. Tüm bunlara rağmen hayat ona bu kadar güzel yaklaşmadı.