mesaim bitmiş, sıcacık yatağımda uyuma hayali kurarken birden feci bir yağmur bastırdı. bu yağmur değil; sanki tanrının soğan tarlasına gübresini saçan çiftçi gibi bütün bir nehri kentin üzerine serpmesiydi. sırılsıklam bir şekilde kendimi apartmana attım. merdivenleri çıkarken sevtap yine her zamanki yerinde oturuyor, kedisi dümbük’le yağmurun sesini dinliyordu. nihayet evime gelmiştim, üzerimi hızlıca değiştirdim hasta olmamak adına birde çay koydum şöyle güzelinden, oturdum ankara’nın neredeyse her yerini gören tekli koltuğuma, demli çayımdan da bir yudum aldım ve ilk yudumda çayın o demli aroması tüm duyularımı ele geçirmişti. gözlerimi kapattım, insan sesleri, araba kornaları arkamda çalan müziğin melodisine karıştı. her yudumda şehrin karmaşasından biraz daha uzaklaştığımı hisssediyordum. hatta, yudumladıkça çayımı ruhum ayrılıyor gibiydi bedenimden, siliniyordu ruhum madde aleminden. bardaktaki çay azaldıkça zihnimdeki düşüncelerde akmaya başladı. geçmişin anıları, geleceğe dair umutlar, hepsi bu demli çayın tadında gizlenmiş gibiydi. son yudum bittiğinde ruhuma bir dinginlik hakimdi derken kapı sesi ile yavaşça o girdiğim alemden çıktım ve kapıya yöneldim. sevtapmış gelen evin anahtarı onda da var. yine her zaman ki gibi hiç sesini çıkarmadan kitaplığa yöneldi. geçen hafta aldığı kitabı yerine bırakıp yeni bir kitap aldı ve bende seyrettim onu. kapıdan çıkarken göz kırptı biz öyle anlaşıyoruz sevtapla. sevtap böyleydi işte o benim tanıdığım en asil ruhtu ve bu dünyada ki tek sırdaşım.


yağmur durmuştu kabanımı giyip attım kendimi sokağa. kuğuluya gittim sardığım sigaramı içip ruhumu eyledim biraz. monotonlaşmıştı hayatım, zevk aldığım tek tük bir şey kalmıştı. sevtap’tan başka kimsem de kalmamıştı zaten.


birkaç bira içtim tunus’ta. kafam harbi güzel olmuştu. eve geri dönüyordum, sokağa girdiğimde bizim binanın yanındaki binada yaşayan yaşlı çifti gördüm pencerede. yine şehvetle dans ediyorlardı. ben neden böyle bir noktaya gelemedim diye sorgulaya sorgulaya girdim binaya. sevtap yine yerinde az önce aldığı kitabı okuyordu. hiç ses etmeden yukarıya çıkarken biden geri döndüm ve sevtap’a, “sevtap, uzun bir yolculuğa çıkıyorum. kitaplarımı ve o çok sevdiğin gramafonu da sana hediye ediyorum, tamam mı canım? sevtap şaşkın şaşkın bakıp göz kırptı, anlamıştı beni. gözünden iki damla dayaş düşmüştü…


tıraş oldum, güzel de bir duş aldım. annemin ölmeden önce memlekette ki adem abiye diktirdiği gömlek ve pantolonumu giydim. eski dostum cemal’den kalma şapkamı da taktım, artık hazırdım. elime ihtiyar italyan tabancamı da aldım. italyanca konuştuğum tek kişiydi benim ihtiyar italyan ve bastım ses kayıt cihazının tuşuna, dün gece uyumadan önce yazdığım yazımı hatırladığım kadar söylemeye başladım. “uzun uzun söyleyecek bir şeyim yok. uzun uzun susmayı yeğledim o yüzden. verecek cevabım. ortaya atacak fikrim. bir düşünceyi devam ettirecek enerjim. söyleyecek şiirim. dinleyecek şarkım. maalesef. bu aralar çok yoruluyorum, olur olmadık ağlıyorum ve dur duraksız öksürüyorum. tüm bunların sadece bir elbise olmasını umuyorum. derim etim kanım kemiğim olacaklar diye korkuyorum. bu dünyadan. incelikli biri olarak geçmek istemiştim. ama inceliğin koşulunun ufalanmak olduğunu tahmin etmedim. peki şimdi ne olacak., sürekli. sürekli. bir rüzgâr gibi yalıyor yüzümü bu soru. peki, şimdi, ne olacak, yolları ve taşları boş ver bana bir salıncak verir misin?” gülümsedim güzelce ve ekledim: “ üç kez ateşe verdim ben yüreğimi. her yeniden canlanışında gebe bir kadının sancılı doğum süreci gibiydi. kan, çığlık, kıyamet…” kapının ağzında duran boy aynasında kendime baktım ve tüm yaşamımı gözden geçirdim, öylesine yaşanmış bir hayattan başka bir şey yok ‘ bu sefer yüreğimi değil de bedenimi ateşe veriyorum. sevtap, kendine iyi bak sırdaşım…” bastım italyanın tetiğine. sonra, sonra ne mi oldu? artık uzun uzun susmama gerek yok, verecek cevabım. ortaya atacak fikrim. hatta bir düşünceyi devam ettirecek enerjim dahi var ve en önemlisi de artık ait hissediyordum. hem de HER YERE…