Bir insan neden kahvaltısını bırakıp intihar etmeye karar verir? Sandviçini hazırlayıp neyi fark eder de intihar etmek için masadan kalkar?
Bir yemek masası... Tek sandalye, duvara bakan... Bir fincan kahve... Dokunulmamış sandviç... Süslü çiçek... Asılı bir genç doğal gaz borusuna...
Yalnızlığını mı fark etti o sabah? Yalnızlık ateş gibidir. Belirli bir ölçüde olursa insanı rahatlatır, ısıtır ve yaşatır. Ama ölçüsü kaçarsa eğer, bir yangın kasıp kavurur insanın ruhunu. Geri dönülmez şekilde tahrip eder. Bırakır insanı küllerin ortasında koyu bir hiçlikte. Kadim dostların serin akıntısı, şehvetli aşkların fırtınalı yağmurları fayda etmez bu yangına. Saplanmış bir kıymık misali... Tıpkı felsefe gibi... Bir kere düşünen asla göz ardı edemez. Zehir gibi işler insanın kanına.
İnsanlar bunun çok farkında olmaz ama satın aldığımız en pahalı şey bilgidir. Çünkü geri dönülmez bir bedeli vardır. Açgözlü varoluşumuzla her şeyi öğrenmeye çalışırız. Ama önemli olan bir noktayı unuturuz: Her bilginin bir bedeli vardır. Acaba şu an doğal gaz borusuna asılı olan genç hangi bedeli ödedi?
Melankoli... Yalnızlık... Gözyaşları... Sessizlik... Maziye hasret... Kaçınılmaz son...
Nasıl bir hayat istiyordu acaba? Hayalleri nelerdi? Fikirleri? Hisleri? Ölülerin arkasından hep neler yaptıklarını, nasıl yaşadıklarını konuşuruz. Asla konuşmayız neler yapmak istediklerini. Her şey doğal gaz borusuna bağlı bir ipte son buldu. Bir genç daha öldü, bir yaşam daha yitti.
Bir insan neden kahvaltısını bırakıp intihar etmeye karar verir? Bir dostum bana var olma isteğinin, yok olma düşüncesinden çok daha önce insanın içinde olduğundan bahsetmişti. Bundan dolayı her intihar eden insan, son anında pişman olarak ölüyormuş. Acaba bu genç çocuk pişman olmuş muydu? Yaşamda sayısız olanak varken neden sona doğru koşmak istemişti? Her sabah aynı duvara bakarak uyandığı için mi? Yoksa her akşam duvarın hâlâ orada olduğunu fark ederek uyuduğu için mi?
Bir yemek masası... Tek sandalye, duvara bakan... Bir fincan kahve... Dokunulmamış sandviç... Süslü çiçek... Asılı bir genç doğal gaz borusuna...
Ondan geriye kalanlar; bir fincan kahve, dokunulmamış sandviç ve son derece bakımlı süslü bir çiçek olmuştu. Bu sabah aklından geçen düşünce neydi ki, bu kadar titizlikle baktığı çiçeği geride bırakıp onu intihara sürükleyen? İnsanların bu körlüğü müydü yoksa? Tam o anda mı insanların asla değişmeyeceğini fark etmişti? Günümüzde insanların çoğu kabuklarını kırmak yerine kabuklarının içinde çürüyüp gitmeyi tercih ediyor. Sokakta yürüyen cesetler bundan olsa gerek.
Aşırı uçların çağında yaşıyoruz artık. İnsanlar ya düşünmekten uyuyamıyor ya da uyumaktan düşünemiyor. Ya Mecnun’un aşkını yaşıyoruz ya da Deccal’in nefretini. Bir an çok seviyoruz, sonra hiç sevmemiş gibi çekip gidiyoruz. Medeniyete yaklaştıkça insanlıktan uzaklaşıyoruz biraz biraz. Her şey harcanabilir, her şey basit. Ve kaybediyoruz. Aşkımızı, umudumuzu, hayallerimizi... Her kaybettiğimizde, hiçbir şey olmamış gibi devam etmemiz bekleniyor. Modern çağımızın tanrısı artık verim. Verimsiz bir hareketimiz olduğunda aforoz ediliyoruz hemen. Aşağılanıyoruz. Sürekli kayayı yukarı çıkarıp, aşağı düşmesini izlemek zor geliyor insana. Herkeste Sisifos iradesi yok.
Savcı olay yerini yeterince gördüğüne kanaat getirdikten sonra, memurların cesedi asılı olduğu yerden indirmeleri için bir işaret yaptı. Savcı, yavaş adımlarla bu yalnız cesedin evinden çıkarken aklında tek bir düşünce vardı: “Çiçek seven insanlar da intihar eder.”
Muhammed Dalpalta
2020-07-07T21:34:30+03:00Birlikteliği tatmamış insanın yalnızlığı mı daha ağır, yoksa yalnızlığa sonradan itilmiş insanınki mi diye düşünürüm hep. Yalnızlık gerçekten üstesinden gelinmesi güç bir sorun. Nedense öykünüz en çok bu konuda düşündürdü :D Kaleminize sağlık.
Aslı
2020-07-07T18:20:24+03:00Çok beğendim gerçekten. Kaleminize sağlık.