Sene 5 Mayıs 2005. 

​İlyas’la tanıştığım gün baharın gelişini kutluyorduk. Sırt çantam, güneş gözlüğüm ve pembe şapkamla turistleri andırıyordum. Oda arkadaşım bir gün önce heyecanla yanıma gelmiş, ellerimi tutup seni öyle bir yere götüreceğim ki demişti. Nereye diye sormuştum, tek kaşımı kaldırarak. “Kakava Şenlikleri”ne diye neşeyle cıvıldamıştı. 19 yaşındaydım, neşesiz ve bahardan habersizdim. Öylesine bir olur dedim, omuz silkip proje ödevimi yapmaya koyuldum. Hayatta tek bir arzum vardı, başarılı olmak. 

​Ertesi gün, keyifsizce arkadaşımın ardına takıldım. O, kulağına bir papatya iliştirmiş zıplaya zıplaya yürürken ben ayaklarımı sürüklüyordum.

“Hazar, hızlı yürüsene, uyuşukluğun tuttu,” diye bağırdı ardına dönmeden. Saçları ahenkle uçuşuyor, beni de heveslendiriyordu. Adımlarımı hızlandırıp bugün hiçbir şey düşünmemeye çalıştım.

“Bugün aşık olacağız yavrimu.”

​Peki, diye kafamı salladım. Şenlik alanına varmıştık. Güneş, kalabalık ve müzik; gelir gelmez sıkıntı vermeye başlamıştı. İlyas’la tanışmadan önce ruhum siyah beyaz bir filmi andırıyordu. İlyas’la tokalaşırken aşk yeşerdi, film yeşerdi, hayatım yemyeşil oldu. 

​Babasının ardında klarnet çalan delikanlıya istemsizce dikkat kesildim. Bu istemsiz dikkatim birkaç saniye sonra hipnoza dönüştü. Büyülenmişçesine izliyordum oğlanı. Gencecik gözlerimin toy ışıltısı oğlana geçmiş, kafasını hafifçe dönünce bakış bakışa gelmiştik. Bakışlarımız bir aşkın ilk filizleriydi. O filiz büyüdü büyüdü, kalbimizde iyice bir yeşerdi, ağaç oldu, orman oldu. Nefes aldık birlikte. Nefes verdik senelerce. İlyas’la tanıştığımda babasının ardında klarnet çalıyordu. Bakışlarımı görüp yanıma geldi:

“Sizi tanıyorum,” dedi.

​Lafı uzatmadan “ben de” dedim. Yıllar sonra anladım ki aşk çok eskiden tanışmaklık hissiymiş. Ellerini uzattı, ince ve kemikliydi. Ellerimi geri çekip eteklerime silme hissi duymadım. Obsesiftim, tedavi görüyor, kimse anlamasın diye yalnızlığı yeğliyordum, kimseyle yakınlık kuramıyordum. 

​İlk aşkı ve iyileşmeyi aniden ve aynı gün yaşıyordum. Saatlerce güneşin altında birbirimize birbirimizi anlattık.

“Sen, koç burcusun,” dedim ona. Şeytan tüyü var sende. Kapılan kapılır çemberine ve o çemberde kalbin, hiç büyümeden dur duraksız yangın çıkarırır. Yanındaki yanar, yandıkça üzülürsün ama elinden gelen de budur.

Doğru, deyip kafasını eğdi, yandan gülüşü tuhaftı. Güldükçe kalbimdeki karıncalar göç etti. 

“Sen de aslan burcu olmalısın. Bile isteye yanan, yanmadan evvel meydan okuyan.” 

​Sonraki 19 sene İlyas hep doğruyu söyledi. Dürüsttü, yalanı sevmezdi. Ama yalanı da karizmasından sevmezdi. Bir anlaşılırsa rezil olmaktan korkardı. Ben okulu bitirir bitirmez evlendik. Evlenmeden evvel 3.dünya savaşı yaşadık. Babam, dedem, amcalarım toplarla tüfeklerle üzerimize saldırdı. Babam, arada bir savaştan yıldı, annemi elçi diye yolladı. 

“Kızım, biz sen kimi istersen ona veririz, biz modern bir aileyiz ama bu çocuk şopar, bu çocuk klarnetçi, babası kemancı, senin aklın başında mı?” diye düzenli aralıklarla elçi mektubunu okudu annem. 

“Bağrında aşk olanım başımda akıl ne gezer?”

​Aşk yeşerdi, hem de 19 baharda. Aklım başımdan gitti. Evlendik, iki çocuk yaptık, düzen kurduk, herkesi yendik, bugünlere geldik de İlyas içgüdülerini yenemedi. 41. Doğum gününden sonra yerleşik düzenden yorulduğunu anladı. Karşıma geçip:

“Çürüyorum ben Hazar, olmuyor. Biraz daha böyle yaşarsam öleceğimi hissediyorum,” dedi. Yüzünü avuçlarımın içine alıp 

“Ne istiyorsun?” diye sordum. Hayatta artık tek bir arzum vardı, İlyas nasıl daha iyi yaşar. Gitmek istiyorum Edirne’ye, gençlik baharıma. Yeniden aşık olmak istiyorum. Çocukları, seni bırakmam lazım. 

​İlyas’la bir Hıdırellez günü tanışmıştık. 19 sene sonra bir 5 Mayıs’ta salık verdim onu. Gitmesini izledim. Ardından su dökmüyordum ya da bana geri dönmesini dilemiyordum. Yalnızca mutlu olmasını isteyerek aşkı, kocamı başka baharlara bırakıyordum.