Aşk arapçada aşeka sözcüğünden türemiştir. Aşeka ise kurban bulduğu ağacın özüyle beslenerek onu çürüten bir tür sarmaşıktır. 

Etimoloji bir yana gerçek aşk Tanrı’ya dair olan hissiyattır. Galiba biz bu hissi bir insana hissettiğimiz için çoğu zaman hayal kırıklığına uğradık.


Yıllar önce adını sanını hatırlamadığım bir şiir kitabında “Taşı havaya atıp başını altına tutmaktır adı: aşk.” yazıyordu. Haklılık payı muhakkak var. Kanaatimce aşk akıl karı bir hissiyat değil. Çünkü insanın aklını gölgeleyen bir tür gerçeküstülüktür. 


Tabii bir de fıtrat meselesi var. Dünyada insan dediğimiz canlıdan da yalnız iki tür var. Erkek ve kadın. Bir yapbozun iki parçası gibi düşünebiliriz. Birbirini tamamlayan iki parça, anahtar ve kilit. Kişi karşı cinste kendi parçasını bulduğu zaman yaratılış meselelerinden biri icra oluyor. 


Toplumsal gerçekliğe geçecek olursak eğer toplumun genelinde aşk denilen gerçekliğin olduğunu düşünmüyorum. Aşk paralı cüzdanlara, ihtiraslı yüreklere ve şehvetli bedenlere karşı ziyan olmuştur. Toplum ise bu mağlubiyetin bedelini çekirdek yapı olan ailelerin yozlaşmasından başlayarak insanın olduğu her alanda ödemiştir. Evet bugün toplumumuz sevgisiz bir toplumdur. Para, ihtiras ve şehvetin kurduğu görkemli birliktelikler, asil (!) yalnızlıkları beraberinde getirmiş ve ne yazık ki toplum içten içe çürümüştür. Birbirini sevmeyen ebeveynler, birbirini sevemeyen bu insanlar dünyevi menfaatler uğruna en kutsal hislerinden feragat etmişlerdir. Ne Tanrı’ ya vermeyi becerebildiler bu kutsal hissi ne de karşılarındakine. Şu an ise toplumsal bir uçurumun eşiğindeyiz. Yıllardır bu sosyal çürümenin bedelini ödedik. Görünen o ki hala ödemeye devam edeceğiz. 


Yine de sözlerimi Adnan Yücel’in şu mısralarıyla sonlandırmak istiyorum: “Bitmedi daha sürüyor o kavga ve sürecek. Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!’’