Asude'yi bilirsiniz.
Anasının rahminden gülümseyerek düşen Asude'yi.
Sahi siz söylenmemiş acıların ne kadarını bilirsiniz?
Tezgahlara serilmemiş,
Gözyaşlarıyla süslenmemiş,
"Üzülme geçer"lerle pışpışlanmamış acıların ne kadarını?
Ben hepsini bilirdim.
O nergis çiçeğinin Asude'yi nasıl izlediğini.
Selvi boylusunu iki dakika görebilmek için
çeşme başından kaç ibrik dolusu su taşıdığını.
Gözyaşlarıyla ıslanan yastığını ben görmeyeyim diye
bir gecede kaç kez değiştirdiğini,
Kabuslarını, hıçkırıklarını.
Ve o üç yudum suyun sesini...
Yani ben yapabilir miyim bilmiyorum,
Ama Asude her sabah sanki bir önceki gece hiç ağlamamış gibi rengarenk kahvaltı sofraları hazırlardı.
Selvi boylu mu?
Selvi boylu benim babam.
Asude'nin anlattığı gibi,
Evlerinin önünde kasabanın gençleri top oynarken,
Onu, o kolalı kar beyazı gömleğiyle,
Top sahasının kenarında öylece dikilip
arada bir göz ucuyla Asude'ye bakarken hayal ederdim.
Hep aynı heyecanla anlattığı o kıvırcık saçlarını...
Asude'yi ağlatan
Babamın saçlarının dökülmesi miydi?
Yoksa toprağından sökülmesi mi hiç bilemedim.
Biriktirdiği ve bebeği gibi büyüttüğü acılarının olduğunu adım gibi biliyordum.
Acıdan bir kardeşin bizimle birlikte bu dünyaya kök saldığını...
İnanır mısınız ben toprağından sökülmüş bir kadının kahkahalarla büyüttüğü acıyı gördüm.
Bir silüeti olmayan, kardeşim olan acıyı.
Beni sorarsanız,
Ben selvi boylunun kızı,
Pamuk yüzlü Asude'min çiğdem çiçeğiyim.
Sense benim kahramanım,
Hayatımı ha bire rengarenk soflarla donatan,
Eteklerime ha bire çiçekler serpensin.
Sen benim annemsin.