Bir bar taburesi üstündeydim, barmene dönük ve gevşek gülüşlü ifademle, salyalarımı ağzımda tutmaya çalışarak karşımdakinin toyluğunu bir ders nedeni, kendimiyse yılların çemberinden geçmiş bir bilge sayarak "Çok kadın hiç kadındır oğlum, yalnızlıktır sonu." dedim. Barmen çocuk, sarhoşluğuma verdi laflarımı ama biraz müşterisine olan saygısından biraz da elin sarhoşuyla uğraşmak istemediğinden "Haklısın abi." dedi. Tam konuşacak havamdaydım, gündüz saate söverek uyanmış, yerde dağınık duran kıyafetleri aceleyle üzerime geçirmiş, yağmurlu İstanbul sabahında bastığım her kaldırım taşının altından sıçrayacak sulardan korka korka işe gitmiştim, zaten ifadesiz suratıma alışık olan, bok tenekesine benzeyen iş arkadaşlarıma selam verdikten sonra gün boyu tek laf etmeden akşamı etmiş, iş çıkışı hızlı adımlarla bu aylaklar barına gelmiştim. Bar dediğime bakmayın, bira içilen yer demek daha doğru olur, kapıdan girişte dar bir hol, devamında sağa sola serpiştirilmiş üçer dörder sandalyeli, üzerleri bira katmanıyla boyanmış ahşap masalar ve en uçtaki barın önünde tabureleri olan küçük bir yer işte. Hafta içi pek müşterisi olmaz, gerçi hafta sonu da olmaz ya, neyse. Kim ne yapsın böyle izbe, boş yeri, bir benim gibi boş vermiş adamlar bir de şehrin acemisi, baba parası yiyici genç öğrenciler gelirdi. Arjantini aldım elime, yudumladım, köpüğü bıyığıma yapıştı, bunu umursayacak vakit geçmişti çoktan, barmene döndüm tekrar:


-Ne diyordum? Bak koçum beni bilen bilir bilmeyen hayret eder. Şaka lan şaka. Şimdi bak, yirmi iki - yirmi üç yaşındaydım buraya düştüğümde, şu şehrin sokaklarını arşınlamaya başladığımda sen yürümeyi öğrenmemiştin belki de, ha amacım seni küçümsemek değil hayat tecrübesi paylaşmak. Neyse genç yaşlarım, hızlıyım o zaman, işim gücüm yok ama nevaleyi dizebilecek kadar kazanıyorum oradan buradan ufak tefek işlerle, bazen legal bazen illegal, orası ayrıntı. Gündüz keseyi dolduruyor gece boşaltıyordum. Aylağın fazla derdi olmaz, olsa aylak olmaz zaten. Benim de iki tane faydasız derdim vardı, biri içmek biri de sevişmek. Ömrün dörtte biri uyumakla geçer diyorlar, bir dörtte biri de hatun peşinde koşmakla geçti benim, gerisi çalışmak, yiyip içip sıçmak. Bir rahip vardı ya hani şu Amerikan zencisi efsane herif, Martin Luther King, kendisini baya insan bilir, zenci bir abimiz, iki tane lafı vardı önemli, diyordu ki "Ne iş yaparsan yap, işinin en iyisi olacaksın.". Ben de bunu düstur edindim ve kadınların peşinden çok iyi koştum, ha bir de diğer lafı neydi diyeceksin, o kolay laf "Bir hayalim var." hayalim kadındı ve işimi çok iyi yaptım bence. Bu şehirde yaşamaya başladığım ilk zamanlarda tek derdim karnımı doyurmaktı ve mutlu oluyordum doydukça, saf çocukluk işte. Sonra tanıştım gerçek doymakla, yemek yemek doyurur belki ama gerçek bir tatminiyet için insan yemelisin, ilk başta beni yedi biri, sonra biri daha yedi, daha sonra baya bir kişi beni yedi yine, ben öğrenene kadar bu sürdü böyle, Amerikan İtalyan mafyaları gibi öğrenmem için kullanılmam gerekiyordu. O zamanlar Asuman abla vardı Vefa tarafında, kıyak hatundu, orta boylu hafif etli butlu, beyaz tenli, kıvırcık saçlı, gözleri ela, topuklu giyerdi, fazla süslenmezdi normalde ama ayda bir sanırım arkadaşlarıyla eğlenmeye çıktı mı afet-i devran olurdu hatun. Yine öyle bir gece çıkmıştı apartmanın önüne, taksi beklerken üç dakika içinde kadının tüm haritasını çıkarmıştım, kafamda gezmediğim yeri kalmamıştı, deli olmuştum denilebilir. Taksiye binip gidince oturdum cemaatimle sokağa, goygoyuma devam ettim, biraz bira biraz cigara geçti saatler ve geldi bir taksi daha, açıldı kapı, indi benim afet-i devran Asuman ablam. Normalde çok fazla küfür etmişimdir taksicilere en sinkaflısından ama bu taksici pezevenk ilah gibiydi o an benim için ve birazdan inanmaya başlayacağım dinin peygamberini bırakmıştı yolun orta yerine. Kadın peygamber olur mu deme, din benim peygamber benim ulan. Ezberimde olan vücuda tekrar baktım, uzun uzun desem de saniyeler sürmüştür en fazla ve dayanamayıp bir ıslık çaldım, Asuman döndü bir baktı, korkudan ödüm patladı bir şey diyecek diye ama dayanamadım ben de ona baktım dikine, ruju silinmiş, dekoltesi biraz daha cüretkarlaşmış, hafif çakır keyif ama yine taş. Sonradan da tanıdıkça anladım ki konuşmayı pek sevmezmiş, bana "gel" dedi, dizlerimin bağı çözüldü belki ama koşarak gittim, hatta fazla hızlı gittim sanırım ki, umarım hep bu kadar hızlı değilsindir, diye alayı da bastı hatun. Önüme düştü, takip ettim, eski Beyoğlu evleri, mermer, dar merdivenler, yüksek tavanlar, kedi sidiği kokusu, her şeyi hatırlıyorum ama anlatmaya gerek yok, boş laf olur, iki kat çıktık yukarı, açtı kapıyı, gıcırdadı biraz, ayakkabılarını çıkarıp aldı eline, girdi içeri, bir daha çağırdı beni, alelacele çıkardım ayakkabıları geçtim, kapı kapandı, bana döndü, çekti kolumdan, bu akşam rakı kadehinde kendine yer bulan, Asuman'ınimzası diyebileceğimiz rujun dudağında kalan son izlerini de bana armağan etti. Şu lunaparklardaki trenler yokuşu tırmanır tırmanır, heyecanın gittikçe yükselir ve tepe noktaya ulaşıp aşağı doğru fütursuzca akacakken için bi havalanır ya, o duyguyu bir de orada yaşadım. Bu hikayenin gerisi laf-ı güzaf. Kahramanlık hikayesi anlatacak değilim, o gece utancımdan, daha doğrusu ezikliğimden diyemedim Asuman'a hayatımın ilk kadını olduğunu, tamam bence kötü değildi ilkim ama bir boka da benzemiyordu. Sonrası ara sıra görüştük ama o İngiliz takımıydı ben Anadolu topçusu, nasip olmuştu ama iz bırakamadım elbet. Ondan çok şey öğrendim ama. Kadını sevmeyi, sevilmeyi, sevişmeyi, insanlığı ve erkeği erkek yapan şeyin kadın olduğunu öğrendim. Bu manyak Budist rahipler gibi takıldım öğrenciliğe, öğrenmeye adadım ömrümü; erkek olmak için, insan olmak için kadınların kölesi oldum bir ömür. Demiştim ya çok yediler beni, ilk kadınımdan her şeyi öğrenmedim elbet, sonrakiler olmadan yine bir hiç kalacaktım. Dur, bu arada sen aşk nedir bilir misin? Soru değil bu, altyapısını yapıyorum konuşmamın ünlü boş düşünürler gibi, Oscar Wilde gibi mesela. En sevmediğim adamlardandır, her konuyu bilir ama hiç öğrendiğini zannetmiyorum, adam dünyaya bilir olarak gelmiştir ve her şey gibi aşkı da bilir şerefsiz. Bir de Cemal Süreya'ya çok gıcık olurum. İnsanlar birisine bir paye verdi mi payeyi alan pervasızca, her şey hakkında atıp tutabilirmiş, bu adam sayesinde öğrendim ama o da Oscar gibi hiçbir şey öğrenmedi tahminen ömrü boyunca. Cemal Bey'in şiirlerindeki aşk var ya oğlum, yok o, öyle bir şey yok, o aşk değil, o abazanlık. Ayrıntısına girmeyeceğim mevzu uzar, kısa kesmek de benim işimdir Aydın'lı olmasam da, tıpkı tezatlar gibi. Neyse, aşk bir şeyi yapmak için duyulan derin şevktir, gayet rasyonel, gerçekçi bir tanım. Domates doğramayı şevkle yapıyorsan ve zaman geçtikçe o şevkin fazla kırılmıyorsa o senin aşkındır işte. İnsanlar arası aşksa bir insanın bir özelliğini, zamanla aşınmadan şevkle sevme işine - insan bütün olarak sevilemez, vişne reçeli değil sonuçta - aşk denir. Ben bunu biraz değişik yaşadım sadece, bir kadını sevmek yerine kadınları sevmeyi sevdim ve bunu cidden şevkle yaptım. Boru değil, bu uğurda kırk küsur yıl harcamışım. Her kadında bir şey öğrendim ve biraz da ben öğrettim elbet ama her sevmenin sonundaki o gevşeme ve muzip gülümseme daha da aşka getirdi beni, bıkmadım aşkımdan. Şimdi bilebir kadını öptüğümde binerim o trene aynı heyecanla. Aşkla geçti güzel ömrüm, emekliye ayrılma vakti geldi diyorum mantıklı düşününce ve mantıksız düşünce pek kabul görmüyor bu devirde. Şair değilim, şiir yazamam, zaten şairler boktur, roman yazmak çok yorucu, denemiştim bir kere oradan biliyorum, bundandır ki çenem düştü, seni darlıyorum.


Biram bitince sildim bıyığımdaki son fırtın izini, tazele dedim yılgın gözlerle bakan oğlana. Pek bir şey anlamadı, gençken böyledir, dersi derste dinlemez insan, sahaya çıkınca düşe kalka öğrenir. Yazık olur nice aşklara, hurdaya çıkar sevişmeler. Olsun be, dünyanın tekeri yamuksa bana mı düşer düzeltmesi, şerefine tüm aşklarımın ve en mukaddesi Asuman'ın, bir de yeni dostum yalnızlığımın.