Karşısında duran adamı tanıyamaz olmuştu artık. Gerçekten bu kendisi miydi? Eskiden rengârenk kazaklar giymez miydi hep? Hatta bu yüzden okulda öğretmenlerinden de ne çekmişti. Şimdiyse yansımasına bakınca siyahla beyazın arasına esir olmuş bir adam görüyordu. Hâlbuki hayatı gride yaşamak gerekmez miydi?

Farkına vardığı gerçeklik boğazını sıkmaya başladı. Zincirinden kurtulan bir köpek gibi çıkarıp attı siyah kravatını. Ancak henüz kurtulmuş değildi. Etrafına bakındı. Küçük dairede gerektiğinden fazla eşya yoktu. Her şey gereğinden fazla düzenliydi. Bu ruhsuzluk ona ağır geldi. Yakınındaki koltuklardan birine çöktü. İki renksiz koltuk yan yana duruyor, boş duvara bakıyordu. İstendiğinde bileğine işlenmiş küçük ekran buraya yansıyarak bir projeksiyon görevi görüyordu. Bu günlerde eğlence anlayışı bundan ibaretti.

Küçüklüğündeki evlerini düşündü. Annesi her yeri bitkilerle donatmıştı. Sabah o onları sularken kendisi de küçük televizyonlarından çizgi film izler; salonlarındaki büyük kanepede resimler çizer, onları duvarlara asarlardı. Bunların hepsi kaybolmuş, geriye hiçbir şey kalmamıştı. Sıcak aile evlerinin soğuk duvarlara dönüşmesi ne acıydı.

Düşüncelerinde boğuldu, huzur bulamadı oturduğu yerde. Kalkıp pencereden bakınmak istedi. Gökyüzünü görmek isterken heyecan içine yayıldı. Hızlıca “pencerelere” gitti. “Dışarıyı göster.” diye verdiği komutla siyah camlar saydamlaştı. Ancak karşılaştığı gerçeklik nefesini kesti.

Aynı boydaki gökdelenler tüm şehri kaplamıştı. Boyadan tasarruf etmek onun fikriydi: “Kullanacağımız boyalar yerine 692 tane binanın inşaat masrafını karşılayabiliriz. Bu boyutta bir tasarruf yerine neden aptal renklere ihtiyaç duyalım ki?” Kuracakları yeni sistemde, şehir planı yaparken bu sözleri sarf etmişti. Şimdi neden aptal renklere ihtiyaçları olduğunu anlamıştı.

Hayatındaki diğer her şeyle aynı rengi paylaşan gri binalar gökyüzünü bile görmesine izin vermiyordu. Bir dakika… En son ne zaman gökyüzünü görmek istemişti ki? Kimse ona gökyüzüne bakamayacağını söylememişti. Ama yine de unutmuştu. Yıllardır bir kez olsun kafasını kaldırmamıştı. Kaybettiği gökyüzünün farkına yeni varmıştı.

Küçük dairede kaç tur attı bilinmez. Sakinleşemiyor hatta gittikçe daha da sinirleniyordu. Tam yirmi üç yıldır yaşadığı hayat neydi böyle? Bir hapishanede gibiydi. Sonsuzluğa uzanan siyah duvarla çevrili, görünmez prangalara sahip bir hapishane. Ama burayı farklı kılan bir şey vardı. Bütün mâhkumlar, bir daha oradan çıkamayacaklarına hüküm verilseler bile, dışarıda bir hayat olduğunu bilirlerdi. Hayat olduğu zamansa umut olurdu. Bu küçük dairenin dışında, koca şehirde ve artık yeni dünyada umut yoktu.

Yirmi üç yıl önce dünyadaki kötülüğü bitirmek için büyük adımlar atılmıştı. Evet, iyi sonuçları olmuştu. Milyarlarca insanın hayatını sonlandıran, doğanın yarısından fazlasını mahveden savaşları bitirmişlerdi. Tüm dünya ilk kez barış halindeydi. Fakat bunu korumak kolay değildi. Tüm insanları besleyebilmek, düzeni sağlayabilmek, kalan doğal alanları koruyabilmek gibi büyük meseleler için çok katı kurallar getirmişlerdi. 

Yarattıkları yeni dünyada her yer keskin sınırlarla bölgelere ayrılmıştı. Bölgeler neredeyse birbirinin aynısıydı. Bütün insanlar bazı testlerden geçerek kendilerine uygun iş için eğitilir, eşit çalışır, eşit muamele görürlerdi. Herkes aynı yemeği yer, aynı dairelerde yaşar, aynı aktiveteleri yapardı. Bu sistem, yapılan en başarılı sistemdi. Yıllar boyu savaşlardan bıkmış insanlık, artık hiç anlaşmazlık yaşamıyordu. Ancak bunun bir bedeli vardı: İnsanlar farklılıklarını, duygularını, kısacası tüm yaşamlarını kaybetmişlerdi. 

Bunu nasıl düşünememişlerdi ki? Sırf küçük bir tartışmadan korktukları için bütün zıtlıkları kaldırmışlardı. Fakat hesap edemedikleri bir şey vardı. Bütün kötü şeyleri engellemek için oluşabilecek tüm iyi şeyleri yok etmişlerdi. İnsanlar artık makinelerden farksızdı. Bütün farklılıkları yok edilmişti. Evet, mutsuz değillerdi. Ama olabilecek en kötü şey olmuştu. Mutluluğu aramıyorlardı! Çünkü artık ne olduğunu bilmiyor, ihtiyaç duymuyorlardı.

İzin vermeyecekti! Yaşamının yarısı bir hiçten başka bir şey değildi. Kendisi gibi milyarlarca insan, hayatını boşa geçiriyordu. Daha fazla böyle devam etmeyecekti! Elbet bir yerlerde onun gibi farkına varan birileri vardı. Gidip onları bulacak, insanlığın hala yaşadığını kanıtlayacaktı. Hatta daha sonra diğer insanları kurtaracak, gerçekten “insan” yapacaktı! 

İçinde bir ateş yandı tekrardan yaşadığını hissettiren, bu ateşin adı umuttu. Onun verdiği sıcaklıkla evi terk etti. Dar koridoru aşıp sondaki asansöre bindi. Bir dakika içinde boş sokakta buldu kendini. Sokak dediği de iki bina arasında kalan, bir metreyi geçmeyen boşluktan ibaretti. Kimse artık burayı kullanmıyor; binalar arası geçitleri sağlayan, belli katlara konmuş geçitleri tercih ediyordu. Çünkü insanlar artık binaların dışına çıkmayı önemsemiyordu. İnsan ilişkileri yok olunca bazı ihtiyaçlar da yok olmuştu.

Etrafa bakınarak yürümeye devam etti. Aradığı bir yaşam kırıntısıydı. Biraz hava almak için dışarı çıkan biri, sohbet eden birkaç genç ya da oyun oynayan çocuklar… Sadece bu saçma düzenden bıkmış biri. 

Saatlerce yürüdü farklı sokaklarda. Egzersizsizlikle çürümüş yaşlı bedeni artık dayanamıyordu. Ona güç verecek bir şey bulmalıydı, onun gibi farkına varmış birini. Lakin eline geçen sadece hiçlikti. Bu yerde ne bir koku ne bir ses vardı. Etrafta hiçbir şey yoktu. Eskiden ağaçların olduğu aralıklar, insanların dolaştığı kaldırımlar olurdu. Şimdiyse tek görebildiği sonsuzluğa uzanan, birbirinin aynısı binalardı. Hayat son bulmuş gibiydi, ama ölüm de yoktu. Bu yer hiçliğin esiri olmuştu.

Buz gibi bir öfke kapladı içini. Gecenin soğuğuyla gittikçe içine işlemiş, her attığı adımda daha da derinleşiyordu. Öfkesinin kaynağı tam olarak neydi, bilmiyordu. Bu sistemi oluşturanlar, kabul edenler, hatasının farkına varamayanlar… Onlarca sebep vardı. Ama en önemlisi artık değişmesi gerekiyordu. Ama hala bir yol bulamamıştı.

Bu belirsizlik onu daha da öfkelendirdi. Öylece pes etmeyecekti! Yapacak bir şey olmalıydı. En son aklına bir fikir geldi. Madem insanlar kendileri anlamamıştı, onlara anlatacaktı. Bu fikrin kendisine verdiği güçle ayağa kalktı. Yapacak bir şeyinizin, bir hedefinizin olması ne de güzeldi.

Şehrin ortasına, merkeze doğru yürümeye başladı. Artık çevreye baktığında yeni bir gelecek görüyordu. Hepsi hemen olacak şeyler değildi tabi. Ama zamanla… Aralarını farklı ağaçların doldurduğu rengârenk binaları olacaktı. Sinemalar, spor salonları, kafeler gibi eskiden insanların gitmeyi sevdikleri yerler etrafı süsleyecekti. İnsanlar tekrardan bir şeyler yapmaya başlayacaktı. Gülecekler, ağlayacaklar, paylaşacaklardı. Fark etmese de bunları ne çok özlemişti.

Düşüncelere dalınca zaman hızlıca geçmişti. Çoktan Merkez Bina’nın önüne gelmişti. Bu bina şehirde yaptıkları ilk binaydı. Her şey yıkık dökük haldeyken bu binanın önünde, içi umut dolu halde dikiliyordu. Yirmi üç yıl sonra aynısı tekrar yaşanıyordu. Kurtuluş planları bir şekilde onları başladıkları noktaya getirmişti. Tek fark bu sefer yapayalnız oluşuydu. 

Derin bir nefes aldı ve bileğindeki paneli etkinleştirdi. Bu binaya girmek o kadar kolay değildi. İzinsiz giriş hakkına sahip insanlar sadece kuruculardı. Ki o da onlardan biriydi.

Girişi sağlar sağlamaz önündeki duvar, sakladığı asansörü açığa çıkardı. Yanından geçerken fark etmeyeceğiniz bu giriş, sizi doğru binanın tepesine, kontrol odasına çıkarıyordu. Bu odadan tüm şehri görüyor, herhangi bir problemde bütün insanlara ulaşabiliyordunuz.

Fakat o, bu odada kalmadı. İnsanların onu ekranlar olmadan da görebilmesini istiyordu. Bu yüzden binanın en tepesine çıktı. Artık şehir bütün gerçekliğiyle karşısındaydı. Farklı işlere göre mıntıkalara ayrılmış şehir, şu an tepesinde bulunduğu bina merkeze alınarak tasarlanmıştı. 

 Hepsinden kesintisiz bir yolun merkez binanın çevresini saran depolara çıktığı yedi mıntıka, içlerinde yapılan işlerden dolayı küçük farklılıklara sahip olsa da genel olarak aynıydı. Çalışma yerleri, hastaneler, güvenlik binaları ve evler; bu binaları birbirine bağlayan geçitler ve altlarında kalan sokaklar. Yolları, doğaya zararı en aza indirgemek için sadece depoya giden ürünleri taşıyan kamyonlar kullanırdı. Geri kalan ulaşım araçları yok edilmişti. Zaten bir yere gitmenizi gerektiren bir faaliyet de olmadığından insanların araçlara ihtiyacı yoktu. 

Mıntıkalar dışında geriye kalan altı büyük alanın üçü doğal alandı ve korunumu için yüksek güvenlik duvarlarıyla çevriliydi. Geri kalan üçüyse arıtım tesisleriydi. Şehirde bunlar dışında bir şey yoktu.

Her ne kadar dışarıdan mantıklı bir plan gibi görünse de insanlar böyle ayrılmamalıydı. Düzeni sağlayabilen sistem insanları insan olmaktan çıkarmış, onları ayırmıştı. Kaybettikleri şeyleri hatırlatmanın vakti gelmişti.

Bileğindeki panelden iletişim kısmına girdi. Kuruculara ait bir ayrıcalıkla şehirdeki her bir insanla bağlantı açtı. Bu sayede kendisinin hologramı şehirdeki tüm vatandaşların önünde belirdi. 

Bunu binlerce kez yapmıştı, ama bu seferki konuşma çok farklıydı. İnsanlara bütün bu yanlışlığı anlatmalı, onları kurtarmalıydı! Bütün bunları aklından attı ve konuşmaya başladı:

“Değerli Renacer vatandaşları, bugünkü konuşmam günlük rutin işleriniz için olmayacak. Beni dikkatle dinlemenizi istiyorum, çünkü büyük bir yok oluşun eşiğindeyiz: insanlığın yok oluşu. İnsan olmak demek sadece hayatta kalmaktan ibaret değil. Kurtuluş sandığımız yolda hayatta kalabildik, fakat insanlığımızı kaybettik! Hayatın ne olduğunu unutup her gün aynı şeye odaklandık: Yataktan kalktığımızdan tekrar uyuyana kadar hiçbir sorun çıkmaması için çabaladık. Her gün aynı şeyleri yaptık, süregelen düzenimiz bozulmasın diye gittikçe içimize kapandık. Peki bu bizi nereye getirdi? Bir boşluğun içine sıkıştık! Yıllardır insanlık bir arpa boyu yol alamadı. Yıllardır aramızda tek bir kavga çıkmadı. Bunun iyi olduğunu mu düşünüyorsunuz? Nedenini anlayamıyor musunuz? Hiç kimse artık bir şey düşünmüyor ya da üretmiyor. Mesela, en son ne zaman biriyle tartıştınız? En son ne zaman duvarınıza bir şey astınız? En son ne zaman farklı bir şey yaşadınız? Görmüyor musunuz? İnsanların artık benlikleri yok. Başımıza bir şey gelecek korkusuyla elimizdeki her şeyi kaybettik. Bizler artık insan değiliz! Ve sevgili Renacer halkı, bunu kendimize biz yaptık.”

Ağzından çıkan her bir kelimeyle özgürleşiyordu. Konuşmaya devam etti:

“Bunu durdurmanın vakti geldi. Eskisi gibi hayatlara kavuşmayı hak ediyoruz, farklı insanlarla beraber olmayı, istediğimiz fikirleri savunabilmeyi. Bu kurduğumuz saçmalığı bitirmeli-“

Bağlantının kesilmesiyle, arkasında geri kalan üç yöneticiyi ve bir düzine askeri fark etmesi bir oldu. Askerler hızlıca etrafı sarıp onu bir çemberin ortasına hapsetti. Onu böyle durduracaklarını mı sanıyorlardı? Ruhsal esaretlerin yanında bedensel olanlar hiçbir şeydi.

Diğer yöneticilere dönerek konuşmaya başladı:

“Dostlarım, size böyle seslenmeyeli ne kadar zaman o-“

Fakat onu dinlemediler. En yakın üç “dost”unun çoktan verilmiş emriyle arkasındaki asker kendisini elektromanyetik bir şokla bayılttı. Yeni dünyada bu tarz tehditlere asla hoşgörü gösterilmezdi.

Önce tüm halka kendisinin uzun süredir uyum sağlayamadığı için İTM’de (İyileştirme ve Tedavi Merkezi) bulunduğu söylendi. Geri kalan insanları da uyumsuzluğa sürüklemek istediği için saçma sapan şeyler uydurduğunu söylediler. Zaten bahanelere inanmak isteyen zavallı halk bunu memnuniyetle kabul etti. Kimse konuşması üzerine düşünmedi bile.

Sonra şehirde kalan son insanın insanlığını çaldılar! Beynindeki her bir anıyı silip kendisini bir odaya kapattılar. Bunu yaparken yüzleri bile kızarmadı, Zaten artık kimsenin yüzü kızarmıyordu. 

Kimse onu ziyaret etmedi. O odada öldü. Gömülmedi bile.

Tarih onu kurtarıcı değil de düzen bozan bir hain olarak yazdı. Kendisi hakkındaki şeyleri tüm halk burun kıvırarak okudu. Anlattıklarını kimse anlamadı.

Şehirdeki son “insan”ın ölümüyle şehir hiçliğe gömüldü.

Ama hikâye bitmedi.

Böyle bitecek sandınız değil mi? Fakat bir ateşi söndürmek yeni ateşleri önleyebileceğiniz anlamına gelmez. 

Aradan bir dakika ya da bir asır geçtikten sonra dünyanın diğer ucunda küçük bir kız tarih dersindeydi. Eski dünyadaki kaosu anlatıyorlardı ona. Oysa o düzensiz, eski evleri fark etti. Duvarlarında fotoğraflar içindeyse farklı farklı giyinen, çizim yapan ya da keman çalan insanlar vardı.

Öylesine harcayacak vakitleri olan insanlar için müthiş bir kıskançlık duydu. Onlar gibi olmak istiyordu. Dersin ortasında çıktı, evine gitti, eski dünya hakkında kayıtları incelemeye başladı.

Onunla birlikte dünyada yeni bir ateş yandı, diğer onlarca ateşin yanına. Böylece yeni bir hikâye başladı.