Ingmar Bergman'ın yönetmenliğini yaptığı ''Güz Sonatı'' olarak tercüme edilen 1978 yapımı bu film, psikolojik olarak bir anne-kız ilişkisini çözümlemenize fırsat veriyor. Filmin ana karakterlerini Eva ve Charlotte oluşturuyor. Sevgi ve nefret arasında çalkalanan ana karakterlerin aslında tek ortak noktası iletişimsizlik. Öyle ki Charlotte, yıllar sonra kızı Eva'yı ziyaret etmeye, evine gider. Eva annesi geleceği için çok heyecanlı ve bir o kadar şüpheci davranışlar içerisindedir. Konuşması hızlanır, annesinin evine taşınması fikrini benimser ve bu fikre sıkı sıkı tutunur. Evinde annesinin rahat hissetmesi için çok hassas davranır. Annesine kendisini göstermeye çalışarak büyümüş ve görülmemiş Eva, eşi ile aşk evliliği yapmamış ve oğlunu dört yaşında kaybetmiş bir kadındır. Annesinden farklı olarak kardeşi Helena'nın bakımını üstlenmiştir.
Eva ve annesi arasında ilk samimi diyalog, annesinin Eva'nın babası Leonardo'nun ölümünü anlatmasıyla başlar. Charlotte, Leonardo'nun öldüğü gün yaşadıklarını anlatır. Gözyaşlarına hakim olmaya gerek kalmadan dahi duygularına kolay bir şekilde hakim olurken, kendisini boşlukta hissettiğini söyleyerek kızıyla üzüntüsünü paylaşır. Bu esnada bir göz teması dahi kuramaz. Ancak geçmişinden aldığı bir mirası olarak duygularını bastırmak için umursamaz bir tavır sergiler ve konu aniden değişir. Gözleri dolduğunda dahi kızına bakamaz ve kafasını etrafa çevirerek konuyu dağıtmaya çalışır. Birçok diyalog içerisinde anne, çocukluğundaki şefkat eksikliğini kalkan olarak kullanır. Sanata olan tutkusu ve egosu, sık sık belinden kavradığı silahı olacaktır. Geçmişte başarılı bir piyanist olan Charlotte'nin yoğun bastırdığı duyguları kariyerine odaklanmasını sağlamıştır, hatta eşi Leonardo'nun ölmeden önce söylediği son cümle, ''Gelecek yıl bu zamanlar ben olmayacağım ama daima senin yanında olacağım, daima seni düşüneceğim'' ona güzel ancak dramatik gelmiştir. Duyguları insan hayatında bir boşluk açarak o boşluğa tutunmayı ve bağımlı hale getiren bir araç olarak görmüştü.
Eva ise annesi ile yurtdışı seyahatleri nedeniyle fazla vakit geçirememiştir. Annesinin ilgi göstermesi için önerdiği ve istediği her şeyi yapmış, on dört yaşında saçlarını kısa kestirmiş, komik görünmesine rağmen diş teli takmıştır. Annesinin ''Sen erkek doğmalıydın.'' şakasını ciddiye alıp annesini üzmemek için gülmeye başlamıştır. Aşk evliliği yapmamış ve oğlunu kaybeden bu kadın, daha çocukken şefkatin nasıl paylaşılması gerektiğini babasıyla öğrenmiştir. Eva, evde annesi olmadığında babasını teselli etmiştir. Annesinin babasını aldattığını biliyordu ve bunu itiraf etmişti. Annesi evden gittiğinde babasıyla koltukta uzanır ve acılarını paylaşırlardı. Küçük yaşlarındaki travmaların gün yüzüne çıktığı yüzleşme sahnesi aslında annenin bir kabustan çığlık çığlığa uyanmasıyla başlıyor.
Sahneyi izlemek zor ama bir o kadar heyecan verici. Birbirlerinin yüzüne kuşkuyla bakan anne ve kız birdenbire geçmişi tüm çıplaklığıyla gözleri önüne seriyor. Charlotte, yirmili yaşlarında çıktığı başarı basamaklarında sadece kendisine odaklanırken ailesine gösterdiği desteğin yeterli olmadığının farkında değildi. Eve döndüğü zaman fark edilme ve takdir görülme ihtiyacını kızı Eva ile karşıladı. Sırt ağrısı için yapması gereken egzersizleri önce Eva'ya yaptırmaya başladı ve kendisi de dahil oldu. Çok fazla konuşmaz ve kelimeleri anlam barındırmazdı. ''Sevgili kızım'' ifadesi onun Eva'ya öfkelendiğinde rahat bir şekilde kullandığı bir ifadeydi. Kariyerinin zirvesinde, Eva'nın çocukluk çağında olduğu dönem, özellikle piyano başında olduğu ve kızına yalnız kalmasını söylediği anlarda Eva'yı sevgiden ve ne olduğundan mahrum bırakmıştı. Eva annesinin mimiklerini de tam olarak anlamıyordu. Bu sebeple annesinin en ufak bir hal ve hareketinden etkilenmemesi için içine kapanmış ve iç dünyasında kendisini sorgulamaya başlamıştı. Öyle ki kendisini tanıma cesareti bile gösteremedi. Çünkü kendisini tanımaya değer görülmediği bir çocukluk geçirmişti. Eva yıllar geçtikte annesiyle arasında giren zamana bir de öfkesini eklemişti. Babasını teselli eden, annesinin üzülmemesi için diken üstünde olan bir kız çocuğundan eşini sevemeyen, incinmiş bir kadına dönüştü. Çocukluğundaki annesini sevme halini çok iyi hatırlayan Eva, annesini sevdiğini ancak bunun nefrete dönüştüğünü özellikle vurgular. Charlotte ise ne annesinden ufak bir sözcük veya temas görmüş ne de babasından. Eva'yı özlediğini ama bunu gösteremediğini kendisine itiraf eder. Helena itiraflarla dolu o gecede yatağından sürünerek çığlıklar atar. Çığlıklar içinde annesine seslenmeye çalışır. Ancak Charlotte sesini duymaz. Hatta son sahnede Charlotte, Helena'nın neden ölmediğinden yakınacaktır.
İletişimsizliğin yıllar geçtikçe ikisinin arasında obsesif bir yere gelmesiyle Eva, annesinin yapamadığını yaptığını düşünür. Kardeşi Helena'ya göz kulak olur. Öte yandan şu hayatta çocukluğun her yaşta elimizi sıkı sıkı tuttuğunu kanıtlarcasına, annesinin mesleğine tutunur. Hobi olarak devam etse de piyano çalmayı hiç bırakmaz. Eva'nın piyano çaldığı bir sahnede Charlotte parçayı beğendiğini ama tekniği yanlış bulduğunu belirtir. Eseri kızından farklı olarak daha ''kısa, keskin ve duygusuz'' bir biçimde çalar. Anne ve kız birbirine zıt bir resital yapar.
Filmin itiraflarla dolu bu sahneleri birçok açıdan anne-kız ilişkisini düşünmenize sevk edecek. İtiraflar ile birlikte anne ve kızın birbirlerine tamamen duygu dolu bakışları yüreğinizi sızlatacak türden. Son olarak en can alıcı cümlelerden bir kesit paylaşacağım;
''Kendin nasıl incindiysen hayatta beni de öyle incitmeyi başardın. Hassas ve duyarlı ne varsa saldırdın yaşayan ne varsa boğmaya çalıştın. Kızlar annelerinin yaralarını miras alır. Annelerin hatalarını kızları ödemelidir.''