Seksen koyuna girdi, babasınınkine benzer bir koyuna Avşin. Babasının elleriyle teslim edildi babasınınkine benzer ellere. O gece, keskin izmarit kokusuyla vedalaştı pembelerle. O gece kendi küllerinde tanıştı siyahlarla ve grilerle. On sekizine basmıştı üç gün önce. Üç gün öncenin fermanı, yıllar önce yazılmıştı. On sekiz yıllık yatırımdı, yatırım planı çocukluğundan hazırlanmıştı ve on beşindeyken bir rakı masasında yapılmıştı anlaşması.


Ahır kenarı, kerpiç duvarlı o evde, seksen koyunun sesiyle veda etti hayallerine o gece. Sol elinin içine çizdiği kalp ve kalbin içine girip çıkan ama hiç acıtmayan o okun iki ucundaki harfler gözyaşlarıyla silinmişti.


Çok güzel şiir yazardı. Ayıptır diye, yazdığını yakardı. Yazdığı şiirleri yakarken, yere düşen her külde ağlardı. On sekizi yaklaştıkça, şiirlerini ölüm korkusu kokusu sarmıştı. O malum güne yaklaştıkça o korkunun kokusuna alışmıştı.

Ertesi gün ahırda, koyunların tam ortasında buldular onu. Sol eline o kalbi ve oku yeniden çizmiş, baş harfleri yeniden yazmıştı. Sağ elinde kanlı bir kağıt, kağıtta da kanlı bir şiir; yakılmamıştı:

İstanbul!

Beni bul.

Şarkılarım, şiirlerim!

Hadi tutun çekin beni, burada ellerim.

Dünümü, günümü silin.

Bana pembelerimi verin.

Tezek kokusunda yaktım son tütsümü.

Seksen koyunla beraber söyledim son türkümü. “İstisnayımdır belki, affeder Allah” diyerek ölümle örttüm üstümü.

Güzelce giyindim, artırdım makyajımı süsümü.

Kaçırdım ruhumu, size bıraktım paha eden kostümü.

Köy meydanına dikin beni!

Şimdi isteyen ekip biçsin büstümü.