İki yahut üç civarı, dört müydü yoksa? Diğer birçok şey gibi zaman da değerini yitirmeye başlıyordu. Zaman artık onun dışında ilerliyor, onu kusuyordu. Zaman bulunduğu yerde akmıyor, ölü zamanlarda yaşıyordu.


Her yere sessizlik hâkim. Tok, derin bir sessizlik. Gecenin karanlığı ve yıldızların aydınlığı birbirini tamamlamış. Ay ise gökyüzünde gittikçe çoğalan yıldızların arasında gerilmiş bir yay gibi. 


Feraya yorulmuştu. Taşıdığı yük artık ilerlemesine izin vermeyip olduğu yerde kalmasına neden olmuş, onu kendi içine hapsetmişti. İçinden atamadığı bir yumru bir ateş vardı sanki. Düşündükleri, söyledikleri, duydukları... Hepsi birer kara toz bulutu gibi ruhuna siniyor, benliğini rahatsız ediyordu. Ama yitirdiklerini bunlara borçlu değildi. Söyleyemedikleri, yaşayamadıkları sürüklüyordu onu bu karanlık yolculuğa. Yani keşkeler. Dostoyevski’nin tanımıyla yaşanması mümkünken yaşanmamış mutluluklar.


Feraya düşünürdü. Hep düşünürdü. Karanlıkta aydınlıkları düşlerdi. Bundan da yorulmuştu. Kimselere anlatamadığı bir derdi var mıydı yoksa içsel bir mesele miydi bu? Buna henüz kendi de karar vermemiş olacak ki susuyordu. Boyuna susuyordu ve bekliyordu. Neyi beklediğini bilmeden, niçin beklediğini bilmeden... Tükeninceye kadar beklemek zorundaymış gibi bekliyordu. Tükenmeye uzanan bu yolculukta yalnız başına ilerliyordu. İnancını kaybetmişti. Neye inanıyordu, neye dair umudu vardı; anımsamıyordu. Kırılmıştı; belki sabahleyin yanından geçerken gülümsediği adamın kayıtsız kalıp yoluna devam etmesine, belki de yağmurdan sonra ıslanan insanların söylenip şemsiyenin altında surat asmalarına...


Yağmuru severdi, seyretmeyi ve hissetmeyi. Bazen bir damlanın içine hapseder kendini ve kaybolur, bazen de damlaların coşturduğu bir nehirde gürler durur gibi. Yağmur ona hüznü armağan ediyordu. Hüznü de severdi.

‘’Hüzün; bir sözcük, şairlerin yazdığı.’’ Hatırladığı en güzel açıklamaydı İlhan Berk’ten.


Soğuk, karlı fakat diğer günlere nispeten daha az kasvetli bir güne uyandı. Sersemlemiş vücudunu yatağından kaldırmak için çabaladı ama geceleyin açık unuttuğu pencereden giren soğuk ona karşı koydu ve daha da sarıldı yatağına. Sabahın sessizliğini yudumladı. Saatine baktı 08.17 On üç dakika daha verdi kendine. Birbiriyle çelişen onlarca düşünceye yeniden tutsak olmamak için doğruldu. 08.21 ayakta. Gardırobunun önünde durdu bir süre. Daha sonra dün gece sandalyenin üzerine bıraktığı kıyafetlerini tekrar giydi. Muhtemelen beş gündür aynı şekilde işe gidiyordu. Her gün giyinmek, makyaj yapmak vesaire için ondan en az iki saat erken uyandığına emin olduğu Neriman'ın bakışlarını üzerinde hissetti fakat bu pek umurunda değildi. Bugün salıydı. Salı günleri öğleden sonra gidiyordu. Ama yine de erken gidip iş yerinin üç sokak gerisindeki eskiden oberj bir otel olan fakat şimdilerde bütün keşmekeşlerin içinde taraf olmamayı yeğleyip olup bitenleri kenarda durup anlamaya çalışmakla yetinen birtakım kafası karışıkların uğrak yeri olan Mandala’da (kahve dükkanı) işine erken başlayacaktı.


Aylardır yaptığı gibi.


Böylelikle iş yerinden daha erken ayrılıp oradakilere daha az katlanacaktı. Masalar genelde tek kişilik ve dağınıktı. Her sabah kapının arkasındaki masaya -kasa olarak kullanılıyordu- tünemiş akşamdan kalan içkisini belli aralıklarla yudumlayan, sigaradan sararmış gür bıyıkları ve onların saklayamadığı etli dudaklarının kenarına uzun süredir gülümsemenin ilişmediği aksi bir patronu vardı. Yüzüne bezginlik katan uzamış kır sakallarıyla üzerinde dünün, bugünün ve yarının belirsizliğini taşıyan büyük gözleriyle velhasıl bitik bir adamdı. Suratında ifade görmek mümkün değildi. Ne sevinç ne dert ne de keder... Feraya onunla hiçbir diyaloğa girmese de onu seviyordu. Onu her zamanki yerinde görmeyince huzursuzlanıyor daha sonra ortaya çıkınca da rahatlıyordu. O varken her şey yerli yerinde ve tamamdı.

Saçlarına -bir keresinde yine Mandala’da otururken üzerine bastığı ve kimsenin ona bakmadığından emin olduktan sonra çantasına kattığı- bronz işlemeli tokayı iliştirdi ve evden çıktı. Neredeyse her pazar eski arkadaşı Muzaffer ile karşılaştığı yokuşu tek nefeste indi. İçi rahattı, nasılsa bugün pazar değildi. Durağa doğru yürürken pasajın girişindeki çiçekçinin açık olduğunu gördü. Çiçek almak için oldukça erken bir saatti, ne diye açmışlardı ki bu saatte? Merakından pasajın içinden girerek durağa giden yolu biraz daha uzattı. Sabah saatleri için yüksek sayılabilecek seste müzik açmışlardı. Yaklaştıkça müzik ona tanıdık geldi. Daha sonra anımsadı. Uzun süredir dinlemediği fakat çok sevdiği Düşlerin Ressamı’nın sesiydi bu. Önüne geldiğinde yürümesini yavaşlattı ve kulak verdi. Sevgilere de ne oldu...

Bu güftenin üzerine düşünüp kalbin ağrılarına yolculuğu reddetti ve şarkıyla birlikte devam etti. Yandı bitti kül oldu rat tad daw ratad daw ratatatatadaw..


Durakta beklemeyip gelen ilk otobüse bindi. Bindiği otobüs onu doğrudan Mandala’ya götürmeyecekti ama biraz yürümeyi göze almıştı. Mandala’ya vardığında afalladı, kaldırımda biraz bekledi ve doğru yere geldiğinden emin olmaya çalışarak etrafı süzdü. Mandala yoktu. Bir tarafı molozlardan oluşan metruk bir bina vardı artık. Bir süre gözlerini ayırmadan taş yığınına baktı. Kafasını çevirdiğinde Mandala’nın bitik patronunu gördü ve hızlı adımlarla yanına gitti. Hiçbir şey bilmiyordu ama bunun sorumlusu kendisiymiş gibi kızgındı ona. Yanına geldiğinde suratına ‘‘neden’’ diye haykırmak istiyordu. Ağzını açtı fakat tek kelime edemedi. Yaşlı adam onu fark etmemişti bile. Feraya adamın yüzünü incelediğinde ilk kez yüzünde değişiklik gözlemledi. Hüzünlüydü... Hüznün bütün bedenine yayıldığını görebiliyordu. O huysuz aksi patron birden masum ve çaresiz yaşlı bir adama bürünmüştü. Yaşlı adam sigarasından derin bir nefes çekip geri üflediğinde sigaranın dumanı düşüncelerine karışıyor önce gökyüzünde daha sonra yüreğinde dalgalanıyordu. Yaşlı adam Feraya’a doğru döndü. (Belki de en başından beri onun farkındaydı.) Göz göze geldikten sonra saatlerce, günlerce hatta haftalarca konuşsalar dahi en süslü kelimelerin bile solgun, eksik ve anlamsız kalacağının farkına vardılar. Kısa ve dolu bir sessizlik eşliğinde bakıştıktan sonra Mandala’ya döndüler. Bir süre orayı seyrettiler sadece. Belki kısa, belki de çok uzun bir süre...

Feraya, yaşlı adamın suratına bakmadan ona hoşça kalın diyerek oradan uzaklaştı. Kulaklığını takıp Rajaz’ı açtı ve ruhunun fermuarını çekti. Öylece yürüyordu nereye gideceğini bilmeden. Yürürken mültecilerin ne kadar fazla olduğunu düşündü. Her sokakta, her köşebaşında dilenen insanları görmek mümkündü. Genç, yaşlı, çocuk farketmeksizin. Başka bir ülkede mülteci olarak hayal etti kendisini. Savaştan değil de vizyonsuzluktan, kabalıktan, ilkesizlikten kaçan bir mülteci...