S. 12

Bir gece, "Hikâyeler insanı kendi kuyusundan çıkarır, başkalarının kuyusuna atar," dedi.


Madenci "Başkalarının kuyusu daha mı iyi?" diye sordu.


"İyi diye bir şey yok. Ama insan kendi hikâyesini bilir, kendi hikâyesinden sıkılır."

...

"Hafızası insanın düşmanıdır," dedi aynı gece. "Unuttum, kurtuldum sanırsın ama öyle bir şey yok. Yaşanmıştan kurtulmak yok. Toprağa girene kadar takip eder seni olmuş olan."


"Yapman gereken şeyler de var ama," dedi Madenci. "Toprağa girmeden önce muhakkak yapman gereken şeyler. Yapmazsan ruhun huzur bulmaz, intihar bile paklayamaz seni... öyle şeyler."


S. 14

"Mürşit Abi!"


Mürşit durdu, dönüp baktı.


"Başkalarının kuyusu daha fena," dedi Madenci. "Elimde olsa kendi kuyumda boğulurdum."


S. 18

O bu yaşama inadının çok saçma olduğunu düşünürken Şükran berbat hayatından şikâyet etmeyi aklına bile getirmiyordu. Hayatı çözmüş, kabullenmişti çünkü, hayat böyle bir şeydir, eziyettir, sıkıntıdır, dertler bütünüdür, kaderin en sevdiği şey oyundur, felek kahpedir ve kahpe felekle, oyunbaz kaderle kavga etmenin bir faydası yoktur.


S. 19

Kız evlatlar gider, özgür değildirler, asla olmazlar ama yine de giderler, bir kafesten başka bir kafese. Erkek evlatlar kalır, evlerin özgür demirbaşlarıdır onlar.

....

Hayat başı sonu belirsiz, bulut gibi dağınık, ansızın yön ve biçim değiştirme yeteneğine sahip bir şey. Hayat tanımlanamayan bir şey. Hatta belki sadece bir fikirdir hayat, daha ötesi değildir. Böyle tanımsız bir bulutta nasıl bir yol olabilir ki?


S. 22

Yakında bana düşman olacak diye düşünüyor, hissizleşme böyle yapar insanı, önce sevgiyi taşlaştırır, değiştirir, sonunda düşman eder.


S. 28

Mekânı ona benziyordu kısacası. Onun gibi dağınıktı, tanımsızdı.


S. 29

Az sonra dağılacaklar diye düşündü. Hayatın başlarına sardığı ve yollarını birkaç geceliğine bu berbat otele düşüren dertlerinin peşine düşecekler. Hayatta kalmak için ellerinden geleni yapacaklar, canhıraş.


Nasıl bir inatsa bu yaşamak.


S. 33

Âşık olmanın planlanabilir bir şey olduğunu sanmakla yanlış yaptığını biliyor. Şükran'la mutlu olunabilir, zamanla ona âşık olunabilir demişti. Oysa öyle bir şey yokmuş, aşk bir yıldırımmış, şanslıysan çarpılırmışsın, değilsen yanındakinin başına düşermiş.


S. 34-35

Asitli sözlerin altındaydı. Kendini eriyormuş, damla damla akıp gidiyormuş gibi hissediyordu, içinden bağırmak geliyordu, halimi görmüyor musunuz?


Garip bir şey oldu, mutluluğa ve sevince dair zaten pek kuvvetli olmayan duygularını kaybetti birden. Kendini gezegenin dışına düşmüş, kaybolmuş gibi hissetti. Sanki evine çok uzaktan, dünyanın dışında bir yerden bakıyordu; bu aşırı sevinci, tuhaf heyecanı anlayamıyordu.


Mutluluğu yaşama yeteneği olmayan, insan formunda bir yabancı madde olduğunu düşündü o an. Buruşturulmuş bir kâğıt, kurumuş bir odun parçası, paslanmış işlemeyen bir motor gibi bir şey, böyle ruhsuz, hissiz, hareketsiz.


Zihninde, bugünü atlatmasıyla sona ermeyecek bir hayat serüveninin çeşitli aşamalarının yazılı olduğu bir levha belirdi. Bugüne benzeyen yığınla gün alt alta sıralanmıştı, gelecekte onu bekliyordu bütün dağdağası ve yorgunluğuyla; ürktü bundan.


"İyi değilim, yatacağım biraz," diyebildi sadece.


S. 52

Bedeni oturuyor ama kafasının içi kaynıyor, yorgunluktan beyninin duvarları yıpranıyor.


S.55

Mürşit iyi ki Madenci geldi diye düşünüyor, iyi ki ev tutmaya kalkmadı. Burada, onun bu hazin, bu acıklı otelinde kalıyor. İçinde kaynaşan, çarpışan kelimeler sese dönüşüp bir yere varabiliyor böylece. Yazmayı başaramadığı sözlerin bir dinleyeni var artık. Kelimeleri özgürlüğe kavuştu.


S. 63

Pehlivan "Senin için ağrıyor," dedi.


"Çok," dedi inleyerek.


"Dermanı yok mu?"


"Sebebi yok ki dermanı olsun."


S. 71

Anlatabilmek için anlatılacakların olgunlaşmasını beklemek lazım. Bir acıyı zamansızca anlatmak dokusunu bozar, beklemek lazım.


S. 73

Şehir eksilmekle kalmıyor. Bir el şehrin ve hayatın üstünden kalın bir zampara geçiriyor, bir şeyler değişiyor, yok oluyor. Mürşit alıştı artık. Eksilmeye alıştı.


S. 74

Bir günahı yıllarca hafızanın derinliklerinde taşımak, cehennemi dünyada yaşamak demek.


S. 79

Öfkesi böyleydi onun, fazla uzun yaşamıyordu, onda hiçbir duygu uzun yaşamıyordu.


S. 91

“Kadının sesini ilk defa duydum,” dedi. “Sesi çok gençti ama yüzü çok daha yaşlı gösteriyordu.”


Mürşit “Buralarda kadınlar çabuk yaşlanıyor,” dedi “yükleri çok ağır.”


“Bu memleketin her yerinde kadınlar çabuk yaşlanıyor,” dedi Madenci.


S. 92

Suç böyle bir şey diye düşündü, asla kendisiyle sınırlı kalmaz, geçmişi de ortaya döker, yeniden yazar, kuyruğuna başka şeyler takılır, devasa bir günah haline gelir.


S. 104

Mürşit nasıl konuşabiliyoruz ki biz hâlâ diye düşündü, bu gece tanık olduklarımızdan sonra nasıl rakı içebiliyoruz, hatta nefes alabiliyoruz?


Ama insan böyle dedi sonra. İnsan yeryüzü kadar ağır bir yükü bir kadehin başında sırtından indirebiliyordu, hiç böyle şeyler olmamış, o korkunç an hiç yaşanmamış gibi zamanın kuyruğuna takılıp gidebiliyordu. Tamam, eksiliyordu, tükenmekle arasında bir adım kalıyordu ama devam edebiliyordu.


S. 105

“Yaşamanın bir sebebi yok,” dedi Mürşit. “Sebebi biz uyduruyoruz. Yaşamak bu demek, hayat denen bu şeyi sürdürebilmek için sebep yaratmak.”


“Yani aslında bir anlamı yok diyorsun.”


“Aslında hayat diye bir şey yok diyorum. Bizim hayat dediğimiz bir şey var.”


S. 111

Mürşit onları izlerken gözlerinin ve dudaklarının uçlarının aşağıya baktığını düşündü, hayatın bu adamları yere çektiğini. İnsanın yaşlandıkça kısalmasının sebebi bu, kemiklerin kısalmasıyla ilgisi yok, yerçekimi denen şey dinmeyen bu yorgunluk.


S. 119

"Rakamlar duyguları uyandırmaz," dedi Madenci. “Yüz elli dedin diye kimse dehşete kapılmaz, yediyi duyunca kimsenin gözlerine yaş dolmaz. Ama beş sınıf dolusu ölü çocuk cümlesi korkunçtur.”


S.122

Seyretmek suça ortak olmaktır ama işlemekten daha kolay bağışlanır. Yaşattıklarını hiç yaşatmamışçasına unutarak kurtulabileceğini sanır bir çocuk. Ama unutmak diye bir şey yok, unuttuğunu sanmak var, çocukluk mazeret olmuyor.


S. 123

“Ama nasıl unutabildi herkes? Bunu, öncekileri, sonrakileri. Nasıl hiç yaşanmamış gibi devam edebilirler?”


“Senin dediğin gibi. Duygusal taşlaşma çağı.”


“Ama bir bedeli olmalı bu taşlaşmanın.”


“Var,” dedi Mürşit “lanetlendik.”


S. 141

“Gerçi kadınların aşk sırları sımsıkı saklanır,” dedi “saklanmazsa kimin başına patlayacağı belli olmaz.”


S. 143

Giderek küçülen, küçüldükçe daha da içine kapanan, toprakta uyuduğu söylenen altına dair boş bir hayal besleyen, böylece geleceksiz kaldığını inkâr eden bir şehrin ışık sızan tek penceresinin ardında, az sonra sönecek bir sobanın başında oturmuş, kederden öldü ölecek iki kişiydiler. İkisinin de hayatı orta yerinden çatırdıyordu. Belki de yarılmıştı, çoktan kopmuştu; ama hâlâ bütünmüş gibi davranıyorlardı.   


S. 153

Hayat bir koşu bandıdır, durmadan koşacaksın, durduğun an bant seni üstünden atar, aklında tut bunu.


S. 155

Gidecek bir yerim yok diye düşündü. Muharrem Gazinosu da kapandı çoktan. İnsan bir uçurumdur. İnsan bir uçurumdur. Bir uçurumdur. Uçurumdur. Uçurum.


S. 156

“Sanki iki adım ötemizde, bize milyonlarca ışık yılı uzakta başka bir dünya dönüyor,” diyor Madenci “o dünyaya bu adamlar ait, biz değiliz.”


Mürşit ikisini rüzgâra kapılmış, toprağından uzağa düşen iki tohuma benzetiyor.


“Yahut kuşun biri daha sonra yemek üzere gagasında sakladı bizi,” diyor. “Ama uçarken yanlış iklimde yere düşürdü. Ondan böyle ayrıksıyız.”  


S. 176

“Gökyüzü kapkaraydı, bulutlar yere düşecekmiş gibi sarkmıştı. Birden bana döndü. Sana tutunuyordum, kopardın dedi.”

...

Hayatı sindirmek zor, ama böylesi bir ölümü sindirmek imkânsız.


S. 181

"Belki pes etmiştir," dedi Mürşit. "Hayat dediğin dünya üzerinde bir arayış. İnsan ne aradığını da bilmiyor işin kötüsü.. bulsan da bir bulmasan da. Belki pes etmek en iyisidir."


S. 185

Benim bu hayata tabiatım müsait değildi, seninle aşka uygun biri değildim, ne yapalım? Aşkı aramak altın aramaya benziyor Şükran, çok yorucu.


S. 193-194

İyi kötü bir anlamı var yaşadıklarının. İyi kötü, zoraki de olsa bu anlama ihtiyacı var. Değersiz hayatı tamamen çekilmez olmamalı. Yoksa dayanmanın sınırından aşağı düşer. Dayanmanın bir sınırı var. Kızı kendini uçuruma atınca acısından deliren, sonra bu acıyı hayata çeviren ve ölmemeye karar vererek kızının yaşayamadığı yılları ömrüne ekleyen Pehlivan’ın acıdan delirdiği ilk günlerde, Yolvermez’deki uçurumun kıyısına dizdiği kayalar gibi bir korkuluğu var dayanmanın.


Yoksa korkuluk kırılır, düşerim. Düşeyim diye düşündü, istediğim bu değil mi? Tamam da Şükran ne olacak? Elvan’la Özgür ne olacak? İnsanın kendi kanından canından varlıklarla doldurulmuş yalnızlığı en büyük tutsaklık.


Pehlivan için delirdi demişlerdi, yaşına başına aldırmadan koca kayaları kaldırıp uçurumun kenarına diziyor diye. Kızının öldüğüne inanamıyordu bir türlü. İnandı sonunda. Zaman inadırıyor.   


S. 195

Madenci'nin adı Uzay. İddialı bir babanın oğlu. İddialı babalar en çok evlatlarının istikbaliyle oynayanlar.


S. 196

Mürşit çabuk unutuyor bunlar diye düşündü, doğrusu da bu zaten hayatta kalmak istiyorsan unutacaksın, başına gelenleri sineye çekeceksin, başka yolu yok. Yoksulların sinesi de çok geniş oluyor, her şey sığıyor buraya, zulüm, hakaret, haksızlık istediğin kadar.


Bazen katlanabiliyor bu manzaralara, bazen iki kat daha zehirli oluyor hayat, dünya. Madenci'nin varlığı ise bir çeşit panzehir.


S. 219

Derdim dünya Şükran. Dünya bende ağrı yapıyor, anladın mı? Anlamadın. Anlamazsın, çünkü kadınsın, dünyadan şikâyet etmek bir lüks ve bu lüks kadınlara tanınmamış.


S. 221

“Zaman bir değirmentaşı Mürşit,” dedi ağzını elinin tersiyle silerek. “Taşın işi dönmek sanırsın, halbuki öğütmektir.”


S. 226

Yatağın ucuna oturdu, Erkut’tan aldığı kitabı cebinden çıkardı. Okumaya başladı.

İçindeki yumrunun adına rastladı birden:


Weltschmerz ya da dünya ağrısı.


S. 238

Bir tek Madenci anlıyordu onu, kelimeden kelimeye giden tek yol onunkiydi. Madenci olmayınca kelimelerin kimsesi kalmadı.


S. 252

Ağrısını çekmek yetmiyormuş gibi dünya işlerinden ben kaçıyorum, dünya işleri beni kovalıyor diye düşündü.


S. 286

“Sensiz hayatım yok,” diyormuş Arzu. “Olsun istiyorum, çok istiyorum, sensiz ve hiç kimsesiz bir hayatım olsun istiyorum ama olmuyor. Sen yokken yüzeye vuran bir görüntüyüm sadece, bedenim işlemiyor.”


S. 292

Bir an gelir, en yakınındaki kişinin aslında hiç tanımadığın bir yabancı olduğunu anlarsın.


S. 320

“Hayat kayaç katmanları gibi parçalarına ayrılan değersiz bir kütledir.”

İçimde öyle bir ağrı var ki, ölünceye kadar bağırmak istiyorum diye düşündü.


S. 322

İnsan öyle filmlerdeki gibi dersini alıp değişmiyor. İnsan hamurundaki mayayı değiştiremiyor, hamur bir parça sakinleşiyor sadece, o kadar, belki de yaşlandığı içindir.