“Acelem yok benim, biliyorsun. Bir gün sana dünyada dayanılacak tek şeyin sevgi olduğunu öğreteceğim.”


Bu dünyada gerçek olan tek şeyin sevgi olduğunu, herkesin bir tutamağı olduğunu ve bu tutamakların gülünçlüğünü kimsenin fark etmemesinden bahseder Bay C.


Psikolojik yabancılaşma ve yalnızlık temasını başarıyla işleyen “Aylak Adam” Yusuf Atılgan’ın ilk romanıdır. Romanda özellikle bilinç akışı, iç monolog, diyalog, geriye dönüş, günlük, mektup ve leitmotif teknikleri kullanılmıştır.


1959 yılında Varlık Yayınları tarafından kitaplaştırılan eser, edebiyat çevrelerinde büyük ilgi görür; hakkında pek çok makale, eleştiri dergilerde ve gazetelerde yayımlanır. Yazar bu romanıyla 1958 Yunus Nadi Roman Armağanı ikincilik ödülüne layık görülmüştür.


Bölümlerine “kış, ilkyaz, yaz, güz” olarak mevsim adları verilen romanda ana karakter C. nin yaşamının bir yılına tanıklık ediyoruz. Ayşe, Güler ve B. karakterleri ile olan ilişkileri anlatılıyor. Başından geçen aşk macerasının ilkinde teyzesinin mavi gözlerinin peşinden gider ama üniversite öğrencisi Güler’den umduğunu bulamaz. C. yaz aylarında karşılaştığı eski sevgilisi Ayşe ile de olaylı bir aşk süreci yaşar. Aradığı gerçek sevgiyi bir türlü bulamaz, B. ye hep teğet geçer. Yolda, tramvayda ya da kumsalda çok yaklaşmakta; fakat ona erişememektedir.


C. çok karmaşık ve zor bir karakter. Yazarın ilk romanında böyle bir karakter yaratmasına hayran kalıyor insan. Öyle bir kahraman düşünün ki bir adı bile yok, sadece C. diyor ona Atılgan. Geçim kaygısı olmayan bir mirasyedi, aylaklığı kendine iş edinmiş bir kentli aydın, asi, özgür, topluma yabancılaşmış, sıradanlığa tahammülü olmayan, melankolik, sürekli arayış içinde 28 yaşında bir adam. İstanbul’un sokaklarında dolanır, içki içer veya kitap okur, bol bol düşünür; babasından kalan miras sayesinde kendisinin deyimiyle oldukça paralıdır.

Entelektüel bir çevreye sahip C. arada sırada yazılar karalayan bir aylaktır.


Kitabın ilk bölümü sıkıcı gelebilir ve anlatılanları karakterler üzerine oturtmakta zorlanabilirsiniz. İlk bölümde diyaloglar gerçekten karmaşık ve boğucu. Daha sonraki bölümlerde her şey yerli yerine oturuyor hatta oturmakla kalmıyor zihnimizi harekete geçiriyor ve kendinizi sosyal yaşamı sorgularken buluyorsunuz. Zaman zaman C.nin aylaklığının cazip geldiği de oluyor. İçin için bir aylak adam olmayı istiyorsunuz..


Kişiliğinin oluşumunda annesini küçükken kaybetmesi, babasına karşı olan duyguları ve teyzesine bağlılığı, sonradan teyzesinin babasıyla olan ilişkisi oldukça etkili. Burada Freud’un psikolojik analizinin izlerini görmekteyiz. Freud'a göre psikolojik rahatsızlıklar, çözülmemiş ve bilinçdışında bastırılmış çatışmalardan meydana gelmektedir. Kahramanımızın da çocukluk travmalarından kurtulamadığını yetişkinliğinde de bunları yanında taşımaya devam ettiğini görmekteyiz. Roman karakterinin yabancılaşmasında kahramanın çocukluğunda anne-teyze ve babasıyla geçirdiği tüm süreçlerin etkisi olduğu oldukça açıktır. Çocukluğumuzdaki yaşantıların karakterimizi nasıl şekillendirdiğini detaylı bir şekilde bu karakter üzerinde görebiliyoruz. Psikolojik roman sevenler için müthiş bir karakter Bay C.


C’nin aylaklığıyla var olması… “Bence insanın adı onunla en az ilgili olan yanıdır.” C. nin varoluş sancılarının, sorgulamalarının, arayışlarının içinde buluyoruz kendimizi. Modern insanın yalnızlığında, kendini ötekileştirip topluma yabancılaştığında bulunduğu noktayı en iyi açıklayan düşünüş biçimi varoluşçuluktur. İnsanın yalnız olduğunun farkındalığı ve buna katlanması gerçekten zordur ve bu yüzden mevcut tüm sorunları fazlasıyla derinleşir ve bireyin hayata, topluma yabancılaşması artar.


Aylak adam; ama okuyan, gözlemleyen, çokça düşünen, toplumu eleştiren, sanatla ilgili bir aylak adam. Tutamak sorunu yaşayan kendi tutamağını –gerçek sevgiyi- arayan aylak adam. Hayatta en önemli amacı: gerçek sevgiyi bulmaktır. C.’nin bir diğer amacı da babasının tam tersi bir insan olabilmektir. Babasına benzeyen davranışlar sergilediğinde kendine karşı dev bir öfke duyar.


“Tutamak sorunu dedim. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde gider gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insanlar yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, ‘Veli ağanın öküzleri gibi öküz yoktur’ demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimiz, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!”


Kitabın sonunda çok üzüldüğüm nokta -tutamağını- aradığı kadını bulamaması ve hiç bulamayacak olması oldu. Tutamağını bulamayınca arayışı da bitmeyecekti.


Kitapta yer alan “Ku-ya-ra ve A-da-ko” da çok ilgimi çekti: “Bütün çağların trajedisi bu. Ku-ya-ra: kumda yatma rahatlığı; a-da-ko: ağaç dalı kompleksi. Şimdi kumda yattığım için kuyara diyorum. Daha da genişletilebilir. Kuyara, alışılmış tatların sürüp gitmesindeki rahatlıktır. Düşünmeden uyuyuvermek. Biteviye geçen günlerin kolaylığı. Ya adako? Ağaç dalındaki, gövdeden ayrılma eğilimini fark ettin mi bilmem? Hep öteye öteye uzar. Gövdenin toprağa kök salmış rahatlığından bir kaçıştır bu. Özgürlüğe susamışlıktır. Buna ben; ağaç dalı kompleksi diyorum. Genç hastalığıdır. Çoğunlukla kuyara dişidir, adako erkek. Pek seyrek cins değiştirdikleri de olur. Ağaç dalı kompleksine tutulmuş kişi tedirgindir. İnsanların ağaç dallarını budayıp gövdeye yaklaştırdıkları gibi, yakınları onun içindeki bu adako'yu da budarlar. Onu gövdeden ayırmamak için ellerinden geleni yaparlar. Kimi insana ne yapılsa yararı olmaz. Asi daldır o, ayrılır. Balta işlemez ona.”


C’nin karakteri aslında Adako ile çok güzel özetlenmiş. Asi, özgür, topluma yabancılaşmış, tedirgin ve arayış içinde…


“Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi.” cümlesiyle başlayan roman “Sustu, konuşmak lüzumsuzdu. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı.” diye bitiyordu. Başladığı yerdeydi hala arayışı son bulmamıştı kahramanımızın. Bitiş cümlesinde ötekileşmeyi ne kadar çok içselleştirdiğini ve karakterinin anlaşılmazlığının, zorluğunun kendinin de farkında olduğunu görüyoruz.


Kitabı okurken C’de hoşuma gitmeyen insanlara uzaktan bakıp bakıp eleştirmesi, onların tutamaklarını gülünç bulmasıydı; çünkü bireysel arzularına göre aylak aylak gezen bir mirasyedinin bu şekilde eleştilerini kabul edemedim. İnsan sorumlulukları olunca, bir ya da daha fazla tutamağı olunca ister istemez koşulların onu içine çektiği bir hayatı yaşamak zorunda kalıyor. Sorumluluklar özgürlüğümüzü kısıtlıyor. Bunu anlaması zor diye düşünüyorum aylak adamın ya da bunu çok güzel anlatıyor yazar bu karakterle. Kitabın sonunda ister istemez hak veriyorsunuz Bay C. ye. Hepimiz bazen toplumdaki baskı ve dayatmalardan kaçış içerisinde değil miyiz? Kaçımız bu aylaklığa cesaret edebilir? Acaba Bay C başka türlüsünü yapabilir miydi? Kitap gerçekten yalın bir üslupla kaleme alınmış ama anlam çok çok derin.


Oğuz Atay'ın "Tutunamayanlar" eserine ilham olan bu eseri "post-modern" tarzı sevenlere şiddetle tavsiye ederim.


Sevgiyle 🤍