Tembeldim, kendimle ilgili farkına vardığım ilk gerçeklerden biri buydu. Kendimin farkına varmaya başladığımda tembel olduğumu anlayışım önümde uzanan ve işememi sağlayan 3-5 cm'lik bir et parçasının varlığını kavramamdan önce olmuştu. Hiçbir şeye karşı aşırı bir istek duymuyordum, tüm gün olduğum yerde kalabilir, bütün bir günü miskinlik yaparak harcayabilirdim. Tembel oluşum beni rahatsız etmiyordu, insanları da etmemeliydi ama kendilerine bir şeyleri hatırlatıyormuş gibi yüzüme bakıyor ve benden nefret ediyorlardı. Bu kadar uğraşın olacağını bilsem asla doğmazdım diye düşündüm. Lanet doktor o pis elleri ile beni çekmese ve annemin rahmi beni dışarı püskürtmek için bu kadar çaba sarf etmese, hayata gelmem sadece benim uğraşım ile olacak olsaydı büyük ihtimal bu yazıyı yazmazdım. Bana anlamsız geliyordu çalışmak, uğraşmak. Kendini oyalamanın bir başka yolu gibi geliyordu, çoğu insan ise çalışmayı bir hayatta kalma dürtüsü, bir amaç, bir neden olarak ifade ediyordu. Anlamsızdı, modern bir dünyadaydık, hayatta kalmak için birçok imkan ama hiçbir sebep yoktu. Sürdürmemiz gereken bir amaç, tamamlamamız gereken bir adım yoktu. Bizden milyonlarca, hatta milyarlarca vardı. Benim bir birey olarak çabam bir şeyi değiştirmeyecekti ama çabasızlığım insanlara batıyor ve sanki tüm dünya benim sırtımdaymış da onları yüzüstü bırakmışım gibi bana bakıyordu. Anlamsızdı.

İsa'nın doğumundan beri iki bin yirmi üç yıl geçmiş; demokrasi, hukuk, hamburger ve hazır kahve gibi şeyleri bulmuştuk. Artık kimseyi yakmıyor (umuyorum), kimsenin başı kesilmesi için meydanlara toplanmıyor ve din adamlarını daha az dinliyorduk. Moderndik ve çağdaştık. Yaşamımızı kolaylaştıracak her şey cebimizdeydi, ya cep telefonu ya bir paket sigara ya da bir küçük şişe viski. Bunca modernlik içinde çalışmak ve çalışmak arzusu en büyük ilkellik ile karşımızda duruyordu. Buna bir çözüm bulamıyorduk. Her gün lanet elektriği bulmamıza rağmen güneşin doğuşunda sıcak yataklarımızdan kalkıyor, eşlerimizi ve çocuklarımızı öperek onlara yiyecek bulma amacı ile mağaramızdan çıkıyorduk. Avcılık döneminden bir fakrımız yoktu, her gün istinasız yiyecek bir şey bulmak için erkekler dışarı çıkıyor, tüm gün avlanıyor, çabalıyor, çalışıyor, kadınlar mağaralarında kalıp olan düzeni devam ettirmek için çabalıyor ve çocuklar eve hak edilmiş bir şey gelmesi için bekliyordu. Evet, belki bir bizonu öldürmemiz gerekmiyordu veya ateşi yakmak için iki dalı birbirine sürtmemiz ama tüm düşünce aynıydı, bizonun yerini para almıştı ve parayı avlamamız gerekiyordu. Tek bir fark ile, bu sefer öldürmemiz gereken başka bir hayvan değil, kendimizdik. Bu süreç beni şaşırtıyordu, şu an bu cümleleri kurduğum bilgisayar bir evrimin sonucuydu, taşlara yazılan yazıların geldiği son noktaydı ama çalışmak hiç değişmemişti; belki adı, yeri, giyimi, aracı değişmişti ama amacı ve sebebi değişmemişti: hayatta kalmak. Bense çalışmaktan nefret ediyordum, bu ilkellikten nefret ediyordum, hayatta kalmaktan nefret ediyordum. Tembeldim ve hayatta kalmamak da bir çaba gerektirmese büyük ihtimal çoktan bu düzenden kendimi sıyırmıştım. Ama ne yazık ki hayatta kalmak için çabalamak kadar hayatta kalmamak için de çabalamak gerekiyordu ve ben bu satırları yazarak yeterince kendimi yorduğumu düşünüyordum...