Ne vakit duvarlar üzerime gelmeye başlasa, kendimi sokağa atıyorum. Uzun süre kapalı alanda duramıyorum. Klostrofobi. Sabahtan beri evde önce sürahiyle dertleştim –bana ne yaparsa yapsın içinde boşluk hissettiğini söyledi.- sonra çalışma masasının üzerinde deste halinde duran takvim yapraklarını düğünde para saçar gibi etrafa saçtım. Önceleri eğlenceliydi ama sonra duvarlar hareketlendi yine. Kendimi dışarı zor attım.
Güneş batmak üzere, tam gözüme vuruyor. Gözümü kamaştırmıyor ama hapşırtıyor beni. Evet, kapalı alanlarda uzun süre duramıyorum. Lâkin kalabalık içinde de feraha erdiğim söylenemez. Nefes açlığı çekiyorum. Araştırdım, endişeyle ilgisi olabilirmiş. Benim gibi bir adamın ne endişesi olabilir ki? En sevdiğim zevkim, sokakları ellerim cebimde dolaşıp, insansız bir yerde kendimle baş başa kalmak. Ama beni hiç yalnız bırakmıyorlar. Garip garip yüzüme bakan insanlar, sürekli peşimden gelenler… Bir gün kırmızı sakallı, gözlüklü bir adam beni takip ediyor. Ertesi gün, hafifçe kamburu çıkmış, altmışlarında bir amca. Zor bela atlatıyorum onları. Ne istiyorlar benden anlamıyorum. Şikâyet için polise gitmedim hiç. Benimki yalnızca şüphe. Üstelik gerçekten beni takip etseler, onları pekâlâ alt edebilirim.
Sokakta yalnız başıma yürürken içimden şarkı söylüyorum. Hümeyra’dan ‘Sessiz Gemi’:
“Birçok giden memnun ki yerinden,
Çok seneler geçti dönen yok seferinden”
Adımlarımı şarkının vuruşlarına göre ayarlıyorum. Nakarata doğru şarkı yükseldikçe, adımlarım sıklaşıyor, koşar adım yürüyorum. Bir yerden sonra ritmim bozuluyor. Çünkü; benim sol bacağım öbürüne göre bir santim kısa. Çocukken geçirdiğim kemik hastalığı yüzünden. Anlayacağınız ben aksak ritimim, şarkı ise üç dörtlük… Bir türlü denk getiremiyorum. Bu halim bana sürekli bir ayağımın çukurda olduğunu anımsatıyor. Daha ne denebilir ki?
Güneş tepeyi aştı, sokak lambaları yanmaya başladı. Bu şehir insana karanlığı çok görüyor. Her zaman yaptığım gibi mahallenin dışındaki yüksekçe tepeye doğru, buradaki çayırlık alana dek yürüyorum. Bu kez peşime kimse takılmadı. Siyah bir kedi aniden hırladı, aman ne ürkünç! Mart ayı bitene kadar bu kedilerin hepsini kulübelere tıkmalı. Neyse ki çekip gitti.
Artık sokak lambaları kalmadı. Yıldızlar bu haliyle daha parlak görünüyor. Ilık ılık esen rüzgâr tenimi okşuyor. Evden çıkarken hırkamı yanıma almakla iyi etmişim.
Dört aydır işsizim ya da ücretsiz izindeyim diyelim. Bir gün çalıştığım mimarlık ofisinin müdürü beni yanına çağırdı. “Hayri Bey, Hayri evladım bak son zamanlarda işi iyice boş verdin. Belli ki bir sıkıntın var. Anlatmak istemiyorsun, anlıyorum. Ama böyle de olmaz. Yaptığın işlerde ya bariz hata var ya hesaplamalar yanlış. Her yaptığın işi kontrol ettirmek zorunda kalıyorum. Çalışkan, aklı başında bir adamsın. E bize geçen emeğini de yok sayamayız. En iyisi sen yıllık iznini kullan, biraz da biz sana müsaade edelim. İyice kafanı toparlayıp öyle gel. Sen bize her zaman lazımsın.” dedi. Bizim müdür şirkette sevdiğim tek insandı. Neredeyse on senedir beraber çalışıyorduk. Kızsa, bağırsa da insana koymuyordu, tıpkı babanın çocuğuna bağırması gibi. Küsüyordun, darılıyordun ama içten içe hak veriyordun. “Müdür Bey, siz öyle takdir ediyorsanız, benim için de kısa süreli bir tatil iyi olabilir.” diye karşılık verdim. Söylediklerine pek anlam verememiştim ama tutup da müdürün dediklerini çiğneyip, ona karşı gelecek hâlim yoktu. Böylelikle süresi belirsiz kafa iznim başlamış oldu. Yaptığım işi sevmiyorum, müdürüm hariç, çalışma arkadaşlarımı da. Hele bir çaycı çocuk var, sürekli içeceklerime ilaç katıyor. Görmedim ama bundan eminim. Bana nasıl tiksintiyle baktığını görseydiniz, hak verirdiniz. Sol ayağımdaki aksama dışında fiziksel olarak tamamen sağlıklıyım. Ama öncesini hatırlayamadığım bazı sabahlar gözümü hastanede açıyorum. Koluma serum bağlanmış, başımda hemşire oluyor. Sırayla beyaz önlüklerini giymiş, genç kız ve erkekler yanıma geliyor. “Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?”, “Sıkıntınızı bize anlatmak ister misiniz?” gibi sorular soruyorlar ve “Sizi bir süre misafir etsek iyi olacak.” diyorlar. Her seferinde fırsatını bulup kaçıyorum hastaneden. Herhalde uykumda yürüyorum. Beni bulan hayırsever biri tutup hastaneye götürüyor. Ciddi hastalığım olsa hiç bilmez miyim?
Gözlerim artık hiçbir şey göremiyor. Hava iyice karardı, yalnızca nesnelerin cidarını seçebiliyorum. Görme engellileri daha iyi anlıyor insan böyle durumda. Görmeye değecek ne kaldı zaten dünyada? Hislerimle hareket ediyorum. İçimden söylediğim şarkının yedinci tekrarı da bitti. Gözlerim görmüyor, tenimde usul bir esinti taşıyorum, dilimde evden çıkmadan içtiğim bol limonlu ıhlamurun ekşi tadı, burnumda taze çimen kokusu, kulağımda çekirge korosu… Benim aradığım bu.
Tam kendimi hissettiğim, karanlığıma gömüleceğim anda garip bir ses duydum. Feryat ya da inilti gibi. Sese doğru yürüyünce bunun ağlayan birinden geldiğini fark ettim. Demiştim, beni rahat bırakmazlar. Ses suda boğulan birinin kesik kesik duyulan yardım çağrısı gibi bir belirip bir kayboluyordu. Herhalde benim yaşlarımda biri olmalıydı. İyice yaklaştım adama, yalnızca göz akını seçebiliyordum. İnsan ne kadar kendine kapanmak istese, başkalarından kaçsa da yanı başında ağlayan birini gördüğünde kayıtsız kalamıyor. Kendimi bir kenara bırakıp adamı dinlemeye, ne derdi varmış öğrenmeye karar verdim. Henüz bilmediğim bir şey vardı. Kırık iğne yırtık hırkayı nasıl yamasındı ki? Belki de onu dinleyip, başımda onunki gibi bir dert olmadığı için mutlu olmak istiyordum. İnsan böyle değil mi? Kendisine dokunmayan yılana minnettar… Adam varlığımın farkına varmıştı artık. Sanki yıllarca bu karanlık, köhne yerde yaşamış, hiç ziyaretçisi olmayan bir hükümlü ya da evinin kapısı çalınmayan bir yatalak gibi sorgusuz sualsiz anlatmaya başladı:
“Eşimi, karnında taşıdığı çocuğumla beraber kaybettim. Hem de benim yüzümden. Birbirimizi severek evlendik. Ailelerimiz evlenmemizi istemedi. Benim ailem onu sevemedi, onunkiler de beni. Gizlice evlendik. Bu şehre taşınıp, kıt kanaat nohut oda bakla sofa bir yuva kurduk. Eşimin hamileliğini öğrendiğimde içim içime sığmaz oldu. Canla başla çalışıyordum. Her şey yoluna girmeye başlamıştı. Ne olduysa o gün oldu. Tek kaşı eğilmesin diye canımı verebileceğim eşimle sudan bir sebeple tartıştık. O gün, çalıştığım şirketin müdürü haksız bir sebeple bana bağırdı. Doğum telaşı yüzünden dikkatimi işime veremiyordum. Eşimi evde yalnız bırakmaya içim razı gelmiyordu. Aklım hep onda kalıyordu. Yanında kalacak, onunla ilgilenecek kimsemiz yoktu. Üzerinde çalıştığım projeyi yetiştiremedim. Maaşımdan kesinti yapılacağını söyledi müdür. Zaten zor geçiniyorduk. Çocuk da geliyordu. Doğum, hastane masrafı, bebeğin ihtiyaçları derken iyice zorlanacaktık. Kafamda bunlarla eve geldim. Eşimin istediği bakkal ihtiyaçlarını dalgınlıkla unutmuşum. Bana neden unuttuğumu sordu. Bir hışımla bağırıp çağırdım. Hak etmediği laflar söyledim. Kendimi kaybetmiştim. Sonra durup, olayı daha fazla büyütmemek için kapıyı çarpıp çıktım. Eşim o esnada sekiz aylık gebeydi.” Adam bunları anlatırken hıçkırarak ağlamaktan nefesi kesiliyor, anlatmakta zorlanıyor, yine de devam etmek istiyordu. “Hiç yapmayacağım şeyler. Evden öyle çıkınca pişman oldum, birkaç saat sokakta dolaşıp sakinleştikten sonra geri döndüm. Döndüğümde eşimi kanlar içinde, baygın halde yatarken buldum. İyice panikledim. Ne yapacağımı bilemedim. Kanaması olmuş. Daha doğuma bir ay vardı, nasıl olurdu?” Derin bir nefes aldı. Hıçkırıkları dinmişti, artık iç çekiyordu. “Çıldırmış bir vaziyette sokağa fırladım. Bağırdım, çağırdım, yardım istedim. Aklımı kaçıracaktım. O ara nasıl oldu bilmiyorum. Kendimi eşim kucağımda takside buldum. İçimde fırtınalar kopuyordu, çığlık atmak, taksinin camlarını kırmak istiyordum. Eşim bir şeyler mırıldanmaya başladı. Kendine gelmeye başlıyordu. Birden ümitlendim. Özürler diliyor, onu öpüyordum, iyi olacağını daha yaşayacak çok güzel günlerimiz olduğunu söylüyordum. Elimi karnına koydum. Bebeğin hareketlerini hissetmiyordum. Endişem yeniden arttı. Taksici bizi hastaneye çabucak yetiştireceğini söyleyerek sakinleştirmeye çalışıyordu.” Derin bir “Offf!” çekti. İstemsizce: “Aman yaa! Mutluluk çok zor be kardeşim, çok çaba gerektirir. Sen uğraşır durursun, onu tam elde edeceğini düşünürsün, ama ters bir rüzgâr eser, tüm çabanı yerle bir eder.” diye araya girdim. Ne patavatsız biriyim ben! Adamı teskin edeceğime, yangınını körüklüyorum. Adam tavrını bozmadan devam etti: “Ne kadar sürdü bilmiyorum ama sonunda hastaneye vardık. Taksici acil kapısından girip, yardım istedi. Eşimi sedyeye koyup içeri götürdüler. Çok kan kaybetmişti. Acil ameliyata aldılar. Ben ne yapacağımı bilmez vaziyette ameliyathane kapısında oradan oraya savruluyordum. Asırlarca süren üç saatin sonunda doktor ameliyathanenin kapısından yeşil üniformasıyla çıktı. Koştum, ellerine sarıldım. Hiçbir şeyden haberim olmasa da yüzündeki ifadeden işlerin iyi gitmediğini anlayabiliyordum. İyi bir haber için neler vermezdim ki!” Yeniden hıçkırıklara boğuldu. Ağlamaktan neredeyse gözyaşına dönecekti. Damla damla akıp gidecekti sanki. Öyle bir anlatıyordu ki, tekrar yaşıyormuş, bu kez farklı bitebilme ihtimali varmış gibi. Bir film izlersin, sonunda üzülürsün. Nasıl böyle bitti dersin. Çok seversin, tekrar tekrar izlersin. Her seferinde istemsizce bu kez farklı bitecek diye beklersin ya, öyle bir ümitle anlatıyordu. Nefesini toplayıp son bir gayretle devam etti: “Ben korku ve tedirginlikle doktorun yüzüne bakıyordum. Doktor bebeğimi kurtaramadıklarını, eşimin çok kan kaybettiğini, kanamayı durdurmakta zorlandıklarını, onu yoğun bakıma aldıklarını söyledi. Allah’tan ümit kesilmeyeceğini, erken gelebilseydik kurtulma şansının daha yüksek olabileceğini de ekledi. Son cümleleri söylerken artık yüzüme bakmıyordu. Her söylediği yüreğime, diğer bütün vücuduma bir bir çakılıyordu. Ne vardı o çıkışı yapacak, ne olurdu onu yalnız bırakmasaydım!” Adam kendi kendine konuşur gibiydi ama araya girmek, cevap vermek zorunda hissettim. Çok bayağı bir şekilde: “Olmuşla ölmüşe çare yok kardeşim. Ne yaparsın, takdir-i ilâhi. Yıpratma kendini bu kadar. Belki şimdi daha iyi bir yerdelerdir.” Hiçbir şey söylememişim gibi devam etti: “Hastane koridorlarında geçen uykusuz, bitik ve tükenmiş üç günün sonunda, maalesef korkarak beklediğim kahredici haber geldi. Eşimi, canımı kaybettim. Dünyalar başıma yıkıldı. Sinir krizi geçirmişim. Sakinleştirici iğne yapmışlar. Kaç gün sonra kendime geldim bilmiyorum. Hala tam manasıyla kendimde değilim. Günlerdir ölü gibi yaşıyorum. Canıma kıymayı düşündüm ama başaramadım. Bunları ilk kez birine anlatıyorum. Ne olur bana bir yol göster, beni bu dertten kurtar.”
…
Gözlerim kamaştı. Sabahın ilk ışıkları yüzüme vuruyor. Yine sızmışım. Bu kez hastanede açmadım gözümü, hayret. İçim sıkılıyor, nefesim yetmiyor. Ama yine de hafiflemiş gibiyim. Bir adam vardı. Ağladı, hikâyesini anlattı. Gözlerimi ovuşturdum. Merak ediyordum. Televizyonda olur ya, itirafçıların yüzünü kapatırlar. Bu adam da itirafçıydı ve yüzünü merak ediyordum. Üstümü başımı silkeledim. Çevrede kimse yok. Bir harabede sızmışım. Yıkık dökük beton duvarlar var. Köşede kırık bir boy aynası duvara yaslanmış, dikkatimi çekiyor. Neden bilmem mıknatıs gibi beni kendine çekiyor. Kısa, ürkek adımlarla karşısına geçip, aynadaki yansımama bakıyorum. İşte, itirafçının yüzü…
Evet, on beş yıl önce eşimi karnında sekiz aylık bebeğimizle kaybettim. Ne ağır yük Tanrım! İlk kez kendime itiraf ediyorum. Hala çok üzülüyorum ama hafifledim. İnsan kendi yükünü ancak kendi biliyor. Yine o insan, içine dönüp kendini dinleyince yükü hafifliyor.