Bir tabloydu aynanın gördüğü:
Göğün güneşle karışıp ormana dönüştüğü
Ve ormanın beyazla aydınlandığı
Ve güneşin ve hatta aydınlığın, beyazın bile
Beyazla aydınlanıp göz kamaştırdığı.
Mevsimin henüz bahar olduğu zamanlardı;
Çiçek kokuları dolardı odalarıma,
Çeşit çeşit çiçek ve yeni biçilmiş çimen kokuları.
Ve sanırım leylaktı en baskın olanı.
Bir de zambaklar, güneşi konduran burnuma.
Ve gökkuşağı doğuran yağmurlar dem olurdu toprağıma.
Nasıl oluyordu bilmem
Üzerim toz toprak,
Ellerim çamura ve uğur böceği renklerine bulanarak
Rengini kaybedip kirlense
Yine de kirlenmezdi aydınlık renkler.
Yine de kırmızının beyazla aydınlandığı
pamuk şeker saflığıyla kalırdı tüm düşler.
Nasıl oluyordu bilmem,
Geceleri yıldızlar daha çok, daha aydınlıktı
Ve daha büyüktü ay, güneşin arkadaşıydı.
Ve nasıl oldu bilmem,
Ormandan çekilince aydınlık, kar yağdı güneşe
Beyaz bile aydınlıktan vazgeçince
Çiçeklerin ve çimenlerin kokuları çalındı
Ki bence bu hırsızlıkların en aşağılığıydı
Toz, toprak, çamur ve uğur böcekleri yoktu üzerimde, ellerimde
Ama hep bir leke ve karanlık hâsıl oldu renklerimde
Kim bilir, hepsi aslını buldu belki de
Kırmızı mesela, aydınlık bir pamuk şekeri değil düşlerimde
Ateş rengi, haddini hududunu amacını aşan
Kan rengi, kokusu dört yandan buram buram burnumu yakan
Gül rengi, kokusuz, sahte, riyaya gebe.
Nasıl oldu bilmem,
Geceleri birer birer söndü ışıklar
Ormandaki alevlerin dumanı mı sardı,
Akan kanların buğusu mu bulandırdı
Yahut riyakâr güller mi kandırdı,
Karardı yıldızlar.
Kapkaranlık artık gece.
Ve ay güneşin arkadaşıydı
Kim bilir, ne zaman öğrendiler aşkı,
Ateşi hangisi yaktı
Diğerini bir kokusuz gülle hangisi kanattı?
Bilinmez, bize bunları ilk kim anlattı,
Tablomuzun beyazını neden kararttı?
Aynamızdan aydınlığı alıp attı,
Elimizde bir kara orman bıraktı.