Bir başkasının dünyasında var olma çabası ve bir çift göz bebeğinde yansıma arzusu bizi nerelere sürükler?


Bu yazının ne anlamlar içerebileceğini düşündüm. Aslında açık bir yazı ama yaşanmışlıklarla kıyaslanırsa, nerelere sürüklendiğimizi gösterir. Kimin dünyasında var olma çabamız var? Annemizin, babamızın, kardeşimizin, eşimizin, evladımızın ya da sevgilimizin... Ve onların dünyasında var olma çabamız, onların gözünde nasıl göründüğümüz, bizi nereden nerelere getirdi? Ya da bizleri nerelere sürükledi? Mesela bir babanın ailesiyle yeterince ilgilenmediğini düşünürsek büyük ihtimalle ailenin bir bireyi -ki bu evin olgunlaşmış evlatlarından X biri olur- X kişi annesinin ve kardeşlerinin dünyasında var olmak ve onların dünyalarını var etmek için büyük bir çaba gösterir. Hep annesiyle kardeşlerinin gözünde değerli olduğunu görmek ister. Bunu kimi zaman bir bakış ile, kimi zaman bir söz ile, kimi zaman bir fiil ile görmek ister. Peki bu, o X kişisini nerelere sürükler? Eğer verdiği değerin karşılığını görmezse bir yerden sonra hayatında kendi istediklerini bir kenara koyup ailesi için yaptığı bütün fedakarlıkları listelemeye başlar ve suçlayıcı bir hale bürünür. Uzaklaşır, sessizleşir. Ama unuttuğu bir şey vardır ki başından beri ona fedakarlık yap diyen kimse de yoktur. Bu onun kendi tercihi ve kararıdır. Aslında suçlanacak kimse yoktur çünkü ailesine fedakârlık yapmayı görev hâline getiren de bunu onlara aşılayan da kendisidir. Bunu fark ettikten sonra o sorumlu X kişisi, bir çift göz için nereye sürüklendiğini hesap etmeye başlar, bununla birlikte pişmanlıklar başlar.


Fedakârlık başka, arkadaşlık başkadır.


Arkadaşlık ilişkilerimizde de bu durum farksızdır. Arkadaşlık bağımızı kuvvetlendirmek için elimizden geleni yaparız. Tabii bu, arkadaşlığa değer verenler için geçerlidir. Bazen maddi ve bazen manevi olarak elimizden geleni yaparız. Sadece onun hayatında var olmak için. Kimi zaman bir telefonla yalın ayak yanına koşarız, kimi zaman bir telefonla zor zamanlarımızın birikimini veririz. Bazen öz kardeşine vermemiz gereken ilginin tamamını arkadaşlık kavramına veririz. Öyle ki bazen, bizi iğrençlikler için kenara atacak arkadaşlıklar adına ailemize karşı çıkarız. Bir anda fedakârlık ve sorumluluk duygularını zaten en başta karıştırmış olan bizler, onları da birbirinden ayırt edemeyerek hep kendimizden vermeye başlarız ve bunu bir vazife olarak kendimize aşılarız. Sonra ne olur? Gözünün bebeğinde yansıyan arkadaşlığının, onda çok da yansımadığını fark eder, pişmanlıklarımızı parmaklarımızla saymaya başlarız. Sonra fedakârlıklarımızı sıralarız, sanki onu bizden kesin olarak istemiş gibi... Aslında istememişti, kendi duygumuzun sorumlusu bizdik ama suçlanacak biri gerekiyorsa bu mutlaka karşımızdaki idi. Aynanın karşısına geçene kadar kimse kendisini suçlamayı düşünemiyor ne yazık ki. Tabii ki tek suçlu biz değiliz, bize bu fırsatı veren arkadaşlarımız da bizim kadar suçlu ama insan ilk kendi nefsinin hesabını çekmeyi öğrenmediği müddetçe hiçbir şeyi kazanamaz. Ne diyor üstat: "Madem nefsim emmaredir, nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez. O zaman nefsimden başlarım." (risale-i nur sözler)


Eşin ve sevgilinin…


Ben kadınları ele almak istiyorum. Çünkü genellikle kadınlar eş veya sevgilisiyle, evlat sevgisini birbirine karıştırır. Eşine çocukmuş gibi bakar ve bu bizim doğu kültüründe çoğunlukla vardır. Kızmayın, okuyun. Çorabını ayırır, önüne kadar koyarsın ve çoğu zaman giydirirsin. Akşam yemeği mutlak hazır olmalıdır. O eve gelmeden önce onu karşılamak için mutlaka evde olmalısın. Onun geride bıraktığı bütün pisliğini temizlemelisin ama o bunun farkında bile olmaz. Örnek göstermek gerekirse; mesela pazar gününü evde geçiren bir beyimiz, elinde telefon ile televizyonun önünde oturan ve oyun oynayan çocuklarının dağınıklığını, yaklaşık 2 saat sonra ortalığı toplaması için eşine ya da evin sorumluluk almış evladına biraz kızarmışçasına şikayet eder. Her sabah işe gittiğinde geride bıraktığı dağınıklığından ya da akşamdan kalmış sigara izmaritlerinden asla şikayet etmez fakat, evden biri şikayet ederse de o zaman evde kıyamet kopar. Şimdi gelelim meseleye, elbette kadının evine karşı sorumlulukları vardır ama sorumluluk ile fedakarlığı karıştırıp; eşine bir bebek gibi baktığını çözüp, anladığında ipler kopmaya başlar. Karşı tarafı suçlama ile başlar, en büyük suçunun kendisi olduğunu kabul etmez bile. Çünkü kadının tek isteği eşinin gözünde yansıması, onun dünyasında var olması... Bunu başarmış olabilir ama bir eş olarak değil, bir bakıcı olarak. Peygamberimiz buyuruyor: "En hayırlınız ailesine en çok faydalı olandır." Ne sadece kadına yükledi sorumluluğu ne de sadece erkeğe. Sevgili olarak seçtiklerimize gelince belki de sevmek de değil, sadece sevilmek isteğimiz var bizim. Karşımızdaki her ne kadar sevgisini dile getirirse getirsin hep kanıt isteriz. Bir yerde okumuştum şöyle diyordu: "Seni seviyorum cümlesine kanıt ister kimileri ama kanıt, inancı öldürür. Seni sevdiğimi bilmeni değil, inanmanı isterim. Çünkü bilmek beyinle, inanmak kalple yapılan bir eylemdir." Yani herkes aşkı aynı şekilde kanıtlayamaz. Kimisi çok lüks lokantalardaki yemekleri kanıt bilir, kimisi de sahilde balık ekmeği. Kimileri sinemalarda kanıtlar aşkını, kimileri bir manzarada. Kimileri gül ile kanıtlar aşkını, kimileri papatyalarla. Yani demem o ki kanıt aramak uzun iş, sevdiğinizi bilin ve bildirin yeter. Kanıtlar ve bildirimler ne olursa olsun sonuçlar hep aynıdır.


Bir başkasının dünyasında var olma çabası, bir çift göz bebeğinde yansıma arzusu... Ben ise sevdiklerimin hayatında hep acil çağrı olarak kalmak arzusundayım.