Sabah olmak üzere, yine uyuyamadım. Mentollü sigaramın tadı yok. Hiçbir şeyin eski tadı yok. Sevişmenin ya da yağmurda yürümelerin. Zehir doldu içim diyorum, zehir de ondan. Bu zehir kovasını dökeyim diyorum, olmaz mı? Evlere dökeyim. Balkonlardan aşağı. Kurumların toplantı salonlarına dökeyim, gösteriş meraklısı kalabalıkların suratına doğru dökeyim. Sonra da yukarıdan, kıkır kıkır güleyim onlara. Onlar da bana gülsünler. Umrumda mı?


Onun psikolojisini bozuyormuşum. Kendi kendime konuşuyormuşum, ne diye sallanıyormuşum. Ne diye, seni seviyorum, demek yerine “Psikolojimi bozuyorsun,” diyor sıklıkla? Geçen gün de buna benzer cümleler dökülmüştü dudaklarından, sonra saçları sersem bir kuşun yuvasını andıran, fahişe görünümlü bir kadınla yakalamıştım onu.


“Psikolojimi düzeltiyorsun.” diyordu, elleri onun dolgun yerlerinde gezinirken. Öylece kalakaldım. Sesim çıkmadı ki bağırıp çağırayım. Parlamaya, rezillik çıkarmaya gücüm yetmedi. Eve döndüm. Taze fasulye kırdım. Yoğurt çorbası hazırladım. Salata yaptım. Soğanları ince ince. Babamı aradım sonra da.


— Merhaba baba. Nasılsın, iyi misin? Boğazın nasıl oldu, öksürüyor musun hâlâ? Ciciannem nasıl?


Babam, ben çocukken de işine gelmeyen seslere sağırdı.


“Bu kaçıncı araman deli kız, ben bilmiyor muyum niye aradığını. Otur oturduğun yerde. Kocanın bir dediğini iki etme. Bak elaleme rezil rüsva etme beni ablan gibi. Bu yaştan sonra İsmail' in iki kızı da ortalık malı oldu dedirtmem kimseye.”


Ortalık malı ne demek diye sormadım.


Televizyonu açtım. Hint dizisi vardı. Başka ne olurdu ki bu boktan kanallarda. Hep aynı senaryo. Aynı diziler. Başrolde yakışıklı ve zengin adam. Cinsel bakımdan çekici ama mağdur kız. Yersen! Bıkmadan usanmadan ye. Al, yine aynı. Zengin Mahavir, ince belli Anandas'a onun ne ölümcül güzellikte, ne nefis bir kadın olduğunu öper gibi fısıldayıp duruyor. Anandas’nın o yapmacık kahkahalarına daha fazla katlanamadım, televizyonu kapattım.


Odamda bulunan aynanın karşısına geçtim. Alıcı gözüyle süzüyorum kendimi. İnce belli değilim. Dolgun yerlerimde düzlükler mevcut. Bacaklarımda mor sümbüllere benzettiğim çürüklerim var, saçlarım seyrek. Üzerimde gri pijamam, yıkanmaktan eprimiş siyah hırkam. Artık çiçek gibi değil; yağ, soğan, çemen kokuyorum. Tırnaklarım domates doğramaktan sararmış. Öyle miydi o sürtüğün elleri. Ateş kırmızısı uzun tırnaklarını, nasıl da geçirmişti benim adamın boynuna. Salak gibi nasıl utanırdım bunu yapmaktan. Hafif kadınlar öyle yaparmış. Rahmetli annem öyle derdi. Bir keresinde pazardan benimkilere benzemeyen çamaşır alacak olmuştum da, "Onu kötü kadınlar giyer!" diye çekip almıştı elimden.


Gelmedi baksana. Kaç gün oldu. Eskiden böyle mi yapardı. Ne zaman ona kızacak olsam yatak odasının kapısını sertçe çarpar, uyuma numarası yapardım. Hemen gelir, arkamdan sarılır, boynumdan öper, gönlümü alırdı. Artık uyuşuyor sağ taraflarım onu beklemekten, gelmiyor yine de.


Bu aynalar da ne çabuk kirleniyor. Temizlemek lazım bir güzel...


Hep temizliyorum zaten. Başka bir iş bildiğim mi var. Yemek yapmak, çamaşır katlamak, üç öğün klozetin kahverengi rengi lekelerini fırçalamak asli görevim. Bulaşık yıkamak bu göreve dahil. Bir bulaşık makinem olsa bari. Tıkır tıkır çalışan bir makine. Söylenip duruyorum evin içinde. "Senin makine fiyatlarından haberin var mı? Elinde yıka, ölmezsin." diyerek geçiştiriyor.


Ne diye ölmedimse.


Annem intihar etmenin günah olduğunu söyler dururdu, ondan ölmedim herhalde. Ölmedim, ölmedim biriktirdim. Günahlarla, ayıplarla dolu plastik kova benim içim. Kapı çalıyor. Bu saatte kimse. Kim o diyorum, kim o. Yan komşum geveze Nazan'dı gelen.


— Hoş geldin.


Hoş buldum diyor, tüm ikiyüzlülüğüyle. Nazan’ın önüne bir bardak çay koyuyorum.


Sarı sidik gibi çay. Hadi iç de defol git, der gibi. Umursamıyor bile. Yarın mahallenin karılarına anlatacak laf arıyor ağzımda, elindeki çayı höpürdeterek. Yarına iyi malzeme çıkar bu evden. Sinek gibi üşüşürler apartmanın girişine. Anlat anlat bitiremezler beni.


Gözüm hâlâ kapıda, gelmedi diyorum, kör olasıca. Ne diye onca sene kölelik yaptım ona, ne diye... Bu evle yetingendim, az buldum az yedim. Canımın istediği şeyleri pişirmedim. Giyinip kuşanmadım. On yılda bir kez çay bahçesine götürdü, ses etmedim. Doğum günlerimde pasta beklemedim. Kötü mü ettim? Kötü ettim. Annem hep iyi kadın ol, derdi. Oldum işte, oldum da ne oldu? Varsa yoksa, evin ve kocan. Varsa yoksa kader gibi kokuşmuş kelimeler.


“Dayak yemeyen kadın mı var? Baban da beni döverdi, başka kadınlara giderdi. Bir gün olsun küsmedim. Baba evine dönmedim. Boşanırsan çok çekeriz. Buralarda dul kadına rahat vermezler hem. Adın kötüye çıkar. Baban kimsenin yüzüne bakamaz. Sen iyi ol, otur evinde.” derdi. O küflenmiş nefesiyle.


— Gidiyor musun Nazan?


“Geç oldu. Sen de yat artık. Evlilikte olur böyle şeyler. Abartmayıver, gözünü seveyim. Kendi kendine de konuşup durma artık. Ay adın deliye çıkacak. Geçen gün Ali abin balkonda sesini duymuş, “Kötü mü ettim?“ diye söylenip duruyormuşsun. Hanım ne olacak bu kadının hâli, yazık pek de genç üzülüyorum valla, dedi. Benim adam çok merhametlidir. Üzülüp acımış hâline..." Sağ olsun, dedim. Sonra da yılan gibi süzülerek gitti. Ya da bana öyle geldi...


Hep öyle gelir zaten.


Balkona çıkıyorum. Hava almak için. Sokak her zaman olduğu gibi sessiz. Mutlular yine erkenden uyumuş. Kediler var bir de. İnce bacaklarını pıtı pıtı atarak geçip gidiyorlar kaldırımdan. Bir sinekler gitmiyor. Her yerdeler. Vız. Vız. Mavi sokak lambasına üşüşen sineklerin, zafer sevincini andıran cızırtı bu. Dayanılır gibi değil.


Boşluğa ilişiyor gözüm...