Sevgilimden ayrıldım ben. Daha doğrusu, sevgilim benden ayrıldı. Yoksa ikimiz birbirimizden mi ayrıldık? Bir iki üç deyip aynı anda anahtarı çevirdik de bir yerlerdeki bombaları mı aktif ettik? Bilmiyorum ama bir şeylerin kısa süreliğine de olsa deaktif olduğundan eminim, kalbim gibi mesela.
Hapşırmıştım çünkü. Konuşması sırasında hapşırmak bile, yaşanmakta olan olaya virgül konmasını sağlamadı. O konuşmaya devam etti ben hapşırırken (çok yaşa’yı bile parantez içinde söyledi resmen) ama bu önemli bir detay değil. Artık değil.
O kalkıp gittiğine göre, onun benden ayrılmış olması lazım. Kamera görüntülerine baksak eminim çalışan da ben de aynı düşüncede oluruz. Yine de bakmayalım biz, böyle naçizane bir şey için kimseyi zahmete sokmaya gerek yok. Belki masada oturanlardan biri konuşma sırasında ağlamıştır yalvarmıştır, kamera görüntülerini inceleyip olayın çözünürlüğünü düşürmeyelim.
İşinin ehli olduğu belli olan bir garson yanıma geldi. İşinin ehli olmalıydı çünkü yalnızca düşünmüştüm ki garsonu değil, herhangi bir çalışanı düşünmüştüm ama beni zihnimden duyup geldi. Keşke sevgilimde de aynı kabiliyet olsaydı. Belki o zaman ayrılık konuşması sırasında kafamdan geçenleri duyar ve konuşmanın gitmekte olduğu ray yolunu makasla değiştirebilirdim. Gerçi, kafamdaki düşünceleri başarılı bir şekilde suratıma yansıttığımı düşünüyorum.
“Efendim, hesabı getireyim mi?” Böylesine ilk defa rastlıyordum.
Sevgilimden ayrılmamak için ya da onun benden ayrılmaması için veya birbirimizden ayrılmamamız için zihnimde tüm tuşlara basarken yanlışlıkla bir hile kodu girmiş ve başka bir evrene mi ışınlanmıştım?
Mantıklıydı, mümkünatı vardı çünkü bu karşımdaki kişinin kalkıp gitmesini de açıklardı. Belki evren değiştirdim ve tanımadığım birinin karşısındaki sandalyede buldum kendimi, o da dayanamayıp gitti. Kendi evrenimde sevgilim beni bekliyor şu an ve beklediği sırada da o evrendeki garson ona hesabı sormuyor, aksine yeni bir sipariş almak için onu yönlendiriyordu.
“Çay alayım,” dedim kısaca.
“Kusura bakmazsanız, az önce suratınızın halini de gördüm. Bir de soğuk su getireyim isterseniz?”
Demek ki düşüncelerimi yansıtmakta çok başarılı olamamışım.
Türk kahvesi usulüyle çay yanında soğuk su getirmemesini umduğum garson yanımdan ayrılırken, önümdeki ahşap renkli masayı inceledim. Yüzeyi pürüzsüzdü. Bir defter koysam defterin tüm yüzeyi yüzeye eşit bir şekilde değerdi. Mükemmel bir düzen ve yaratıcılık ürünü gibi görünüyordu. Sarılıp bir daha hiçbir koşulda o masayı bırakmama isteği ile doldu içim. Biri tepemdeki şişeden içime bu isteği dökmüştü sanki. Biraz da sıcak bir istek olmalıydı ki bu, terledim. Oturduğum dışarıya bakan bir masa olduğu için camı açmasını rica edemeyecektim kimseden.
Belki de çayın yanına gerçekten de bir soğuk suya ihtiyacım vardı.
Ki garson hakikaten de çayla beraber bir şişe soğuk su da getirdi. Eve çağırdığın misafirin yanında sürpriz olarak gelen davetsiz misafire bakar gibi suya bakmamdan ötürü olacaktır ki garson “Bizdendir,” dedi ve terlemekte olan bana iki küp buz attı sanki, rahatladım.
Bir suyun parasını ödeyememek değildi mesele. İnsanların benden habersiz benim hayatımı etkileyen kararlar alması ve bunları, gömleği çıkarmak için gelinen son düğmede söylemesiydi. Özellikle kafede söylenenler, söylendikten sonra çıkılarak kafeyi terk ettirecek tarzda konuşmalar asıl meseleydi. Burada su şişesi sadece bir düğmeden ibaretti. Üstümden çıkarılacak ve geri alınacak, onun tarafından bana alınmış hediye gömleğin son açılmamış düğmesiydi.
Mavi kapağı açmamla o düğmeyi de açtım ama açtığım gibi de kapadım. Sanki kapağın açılabilirliğini test etmişim gibi göründü uzaktan ama aslında, yarı yolda fikrimden vazgeçmekti tüm mesele.
İnce belli bardaktaki çaydan bir yudum aldım ve kafamda netleştirmeye çalıştım. O mu benden ayrılmıştı, ben mi ondan ayrılmıştım yoksa ikimiz de birbirimizden mi ayrılmıştık? Bu masadan kalkmadan önce bunu çözmem gerekiyordu. Eğer çözemezsem bu kafede yaşanılan ve düşünülen her şeyi, kilerdeki o sandığın içine koyup kuş kafeslerinin arkasına kaldıracaktım. Çözülmemiş bir düğümü o sandığa gönül rahatlığıyla koyamazdım, o yüzden bulmalıydım.
Araları açık ve belirsiz olan anılarımı çayla yapıştırmaya çalıştım. Pek bir yardımı olmadı. Türk kahvesi söylememiş olma pişmanlığının telvesi, beni bir bataklık gibi içine çekmeye başladı. Kahve telvesinin kıvamı yapıştırıcıyı daha çok andırıyordu, ancak çoktan çayı söylemiştim ben. Çayı da kahveye çevirecek simya formülü henüz keşfedilememişti. Ki bence bu toprağı elmasa, metali altına çevirmekten daha önemliydi.
Hesap defterinin arasına sıkıştıracağım kağıt paranın yanına, bir buçuk saat de ekledim. Masaya baktığım, insanları izlediğim bir buçuk saat. Ne telefon ne kitap dahil buna. Kusursuz dengelenmiş ve düzeltilmiş düzlükteki masaya ve üstündeki üçüncü çay ile suya bakarak geçirdiğim bir - bir buçuk saat… Ancak yeterince zamanı ödeyememiş olmalıydım ki kader bana o cevabı yine de vermedi.
Yarım saat daha harcadıktan sonra bir kanaate vardım. Kim kimden ayrıldı bulamadım ama anladım ki, ben o kafeden ayrılmak istemiyordum. Benden önce kapıdan çıkarak, benden ziyade kafeden de ayrılmıştı. Belki kafenin umrunda değildi ama benim umrumdaydı. Ben de ayrılmak, onu yalnız bırakmak istemiyordum. Bu yumuşak koltukta kalıp acayip düz olan masanın üstünde sonsuz bir kaynağı varmış gibi durmak bilmeden gelen çayları içerek yaşamak istiyordum.
O, kapıdan çıkarak tüm yaşadıklarımızın bir kenarına tırnak işareti koymuştu. Şimdi ben de çıkarak öteki yana bir tırnak işareti koyacaktım ve tüm beraberliğimiz, hayatımızın kitabındaki bir alıntı, bir tanık gösterme olacaktı; kitabın genelinden bağımsız ve kopuk olarak.
Son çayımı da içtim. Soğuk suyu hala içmemiştim ama içilebilir olduğu için çantama koydum. Eski soğukluğunu kaybetmişti ama tadı hala aynıydı. Değişmiş olsa da özünü korumuştu. Artık ona dokunduğumda eskisi gibi hissetmiyorum diye, içindeki tadı aynı olmasına rağmen onu terk edemezdim.
En azından ben yapamazdım.
Her ne kadar buradan çıkmak istemesem de oradaki kitabın içinde duran bir alıntı olarak kendi kitabıma dönmeliydim. Ancak kafamdaki gizemi hala çözememiştim.
Son konuşmamızda, son konuşmamız olduğunu henüz fark etmediği sıralarda, o anlatmaya devam ederken kullandığı kelimelerin üzerinden kayarak geçmiştim. Üzerinden kaydığım kelimeleri, vardığım yerin karanlığını görene kadar fark etmemiştim. Fark ettiğimde de geldiğim yerin karanlığı sağ olsun, hiçbirini okuyamamıştım. Işığın da kelimelerini toplayıp gitmesi sağ olsun, karanlıkta mahsur kalmıştım.
O kapıdan çıkıp bir ayrık olarak karışacaktım kalabalığın arasına. Kendini, bir tam olmasına rağmen başka bir tamla beraber yeni bir tam oluşturacağı konusunda kandırmış ve yarım olduğuna ikna etmiş biri olarak, yüzümü gerçeklerle yıkamalıydım.
Süper düz ve süper dengeli masadan kalkıp hem çıkış hem de giriş olan kapıya doğru yöneldikçe kimin kimden ayrıldığı daha az önemli bir mesele haline geldi. Onun benden ya da benim ondan ayrılmam için sebepler vardı. Tozpembe gözlüklerimiz sağ olsun ikimiz de görmüyorduk. Ancak ikimizin de göz numarası büyüdüyse ve gözlükler işe yaramaz hale geldiyse, ortada yapacak bir şey yoktu.
Ki bir sorun olduğunda doktora gitmeyi reddeden hep o olmuştu.