Her şeyi oldurabileceğine dair inancı onu bu denli cesur yapıyordu. Yeni bir hayata başlamıştı. Yeni yer, yeni insanlar...


Kiraz, esmer bir kızcağızdı. Ufak tefek bir vücudu, siyah dalgalı saçları, koyu kahve iri gözleri vardı. Gülünce gözlerinin içi gülerdi. Siz de istem dışı gülümserdiniz ona bakınca. Konuşması meraklı bir çocuğu andırırdı. Cıvıl cıvıldı anlayacağınız. Neşeli ve canlı biriydi. Bir kedisi vardı yanına kader ortağı, bir de çok sevdiği plakları. Mutlu biriydi, yaşamın gelip geçici olduğunun farkına varmış olgun ruhlardandı Kiraz.

Kasabanın yenisiydi. Kah kedisiyle insanmışcasına konuşurdu kah sokakta gördüğü çocukların oyununa katılırdı. Alışılagelmiş biri değildi kasabadakiler için. Evinden geçerken mutlaka müzik sesine rastlardınız. Pikaptan çıkan dalga dalga ses sokağı çınlatırdı. Plak koleksiyonu vardı, hem dinler hem de yemek yapardı. Evde deli gibi dans ettiğini de görenler olmuş, öyle konuşurlardı kasabada. Kiraz kasabanın ileri gelenlerine göre "Eski köye yeni âdet" getiren ve dışlanması gereken bir yabancıydı. Bu psikolojik şiddete rağmen hiç umursamadı Kiraz, hep dost canlısı davrandı herkese. Mesela kurabiye pişirir ve sokaktaki çocuklara dağıtırdı, yesinler diye. Çocuklar severdi aslında Kiraz'ı ama eve gidince anaları kızardı çocuklara, "Gitmeyin şu nereden geldiği belli olmayan kadının sokağına, almayın şundan bir şey." diye. Aslında Kiraz sevilmemeye de alışkındı, o yüzden gocunmadı kendisine yapılanlara. O değil miydi ailesi tarafından dışlanan, istenmeyen evlat? O değil miydi ayrık otu ilan edilip sırf kendisi olmaya çalıştığı için işetilene kadar dayak yiyen dik başlı kız?

Ta kendisiydi! O yüzden her şeye sıfırdan başlamıştı. Artık dram yoktu, dram ona yaramıyordu.


Gel zaman git zaman bu böyle bir süre daha gitti. Kasabalılar Kiraz yokmuş gibi davrandı, o kendisini kabullendirme savaşına girdi, belki biraz olsun onu görürler diye.

Arada da dikkat çekici şekilde ortadan kaybolurdu, panjurları açılmaz, müzik sesi ve yemek kokusu gelmezdi evinin oradan. Nereye gider, ne yapar diye kasabalılar kendi aralarında dedikodusunu yapardı Kiraz'ın. Sonra yine gelirdi ve kaldığı yerden devam ederdi kasabadaki kendini kanıtlama savaşına.


Bir gün gitti ve bir daha gelmedi. Beslediği sokak hayvanları vardı, evinin önünden ayrılmadılar. Panjurları hiç açılmadı. Müzik sesi tamamen bitti. Sanki griye boyanmış bir tablo gibi oldu yaşadığı sokak. Kasabaya getirdiği canlılık da kayboldu onunla birlikte. Kasabalılar meraklandı, bu aralarına almadıkları yabancıya ne oldu diye?

Günler ve haftalar geçti. Sonra tanımadıkları, bilmedikleri bir araç geldi bir gün Kiraz'ın evinin önüne. Birkaç adam indi, birkaç eşya alındı ve evin kapısı kapatıldı. Kasabalılar daha da meraklanmıştı, Kiraz yer yarılmıştı da sanki içine girmişti. Adamlardan biri muhtara gitti, bir şeyler konuştu tokalaştı ve çıktı. Sonra da araçlarına binip gittiler. Kasaba meraklıları hemen muhtarda aldılar soluğu tabii. Ne olmuştu? Kesin muhtar öğrenmişti, biliyordu. Muhtar iki mırın kırın etti, sonra anlatmaya başladı:

"Kiraz hanım kızımız vefat etmiş, zaten epeydir de hastaymış. Aileden de kopuk biriymiş. Bu yüzden düşüp gelmiş buralara. Arada kontrol için gidermiş doktoruna ama o da bilirmiş şansının olmadığını. Derken vefat edince ailesi de gelmiş rahmetlinin kalan birkaç eşyasını almaya. Bana da: "Kasabaya harcı borcu var mıydı? Kirasını ödedi miydi? Sen muhtarsın bilirsin." diye sormaya gelmişler."

Kasabalılar derin bir uykudan uyanır gibi muhtarın dediklerini sindirmeye çalıştılar. Şaşkın ve pişmanlardı ama neyi değiştirirdi ki bu? Olan olmuş, ölen ölmüştü. Neden içlerine almamışlardı onu? Neden istememişlerdi ki? Ne kötülük yapmıştı Kiraz onlara? Biraz üzülür gibi oldular. Vah vah, tüh tühlerle geçti birkaç saatleri. Tabii bu kadardı işte. Sonra da; "Amaan ailesi ile görüşmeyen, onlara sırt çeviren ne kadar iyi biri olabilirdi ki?" diyerek içlerini rahatlattılar ve kasvetli, gri hayatlarına tekrar geri döndüler.


Ama kimse Kiraz'ın ne enkazların altından çıktığını ya da nelere maruz kaldığını bilmiyordu, açıkçası merak da etmiyordu. Ayrık otuydu o. İstenmemiş, kimselere benzememiş ve ölümü bile tek başına karşılamış bir kadındı işte.