Halkın çoğunluğunun sefil hallerde yaşadığı, çocukların kara lastiklerine su dolduğu ve yoksulluğun ‘ateşten bir gömlek’ olduğu memleket hayal edin… Bu öyle bir memlekettir ki, Victor Hugo’nun deyimiyle burada ucuz olan tek şey kahırdır. Dünya’nın kahrını çekmek bedavadır.


İşte Yaşar Kemal’de böylesi memleketin evladı olarak yazar kimliğini, ortaya çıkardığı sanatın gerekliliğini hatta meşruluğunu sorgulayarak yıllar evvel sorar kendi kendine, '’Azgelişmiş bir ülkede yazar olmak ne işe yarar? Sanat acı çeken, aç kalan bunca insana neyler, onlara ne faydası dokunur?’’


Uzun yıllar boyu cevap arar sorularına fakat ne yazık ki bir türlü Türkiye gibi azgelişmiş ülkelerde yazar olmanın ve sanat icra etmenin gerekli olduğu yönünde tatmin edici bir cevap bulamaz. Bu yüzden zamanla içten içe bir inanca, hatta haksız bir hükme varır… Edebiyatımızın o eşsiz adamı, İnce Memed’in tanrısı, kalbinde başkaldırı kurdu uluyan Yaşar Kemal yazarlığın '’yaramaz bir iş’’ ve yazarlık yaptığı için de kendisinin “lüzumsuz bir adam’’ olduğuna inanmaya başlar!


Düşünebiliyor musunuz? Betimlemelerinin içerisinde kaybolduğumuz, tasvirlerinin muhteşemliği karşısında yüreğimizin titrediği Yaşar Kemal yazar olduğundan dolayı kendisinin ''lüzumsuz’’ olduğuna inanır! Üstelik kendisine ve de yazarlık makamına yaptığı bu haksız hükümle yetinmeyip, sanki ayıpmış gibi yıllarca kalem oynattığına utanır. Aslında utancı ciddiye aldığı, ciddiye alınması gereken bir adamdan duyduğu sözle birlikte gün yüzüne çıkar. Çünkü o söz kafasını kurcalayan, onu ikilemde bırakan azgelişmiş ülkelerde sanatın gereksizliği hakkındaki kararını pekiştirmiş ve bir süre dahi olsa bundan kuşku duymamasına neden olmuştur. İşte o söz Sartre’nin '’Azgelişmiş bir ülkede roman yazmaktansa öğretmenlik yapmak daha yeğdir,’’ sözüdür. Çok sonraları, bu sözün o tarihlerde bünyesinde bıraktığı etkiyi bizlere şu kısacık cümleyle anlatmıştır, ‘’Ben bu söze öylesine sarıldım ki… Bunca yıl kalem salladığıma utandım.’’


Ne acayip değil mi? Sömürücülerin, insanı ezen otoritelerin, modern ağaların- beylerin koltuğunu sırf kalemiyle yazı yazarak sallayan, insanın erdemliğini, iyiliğini; ahlaksızlığını, kötülüğünü en sarih biçimde anlatabilen ve bu özellikleriyle övünç kaynağımız olan Yaşar Kemal, bir zamanlar kendini utanç kaynağı olarak görmüş… 


İcra ettiği yazarlık sanatına menfi olan bu muhakemeye düştüğü günlerde halet-i ruhiyesini ifade ederken tek bir sözcük kullanır, “Bocaladım.’’ Evet, bocalamıştır. Çünkü hayatı boyunca yazan, çizen, ağıtlar toplayıp derleyen Yaşar Kemal biliyordu ki ortaya koyduğu bütün eserlerin hiçbir işe yaramadığını kabullenerek aynı zamanda ömrünü hiç uğruna heba ettiğini de kabullenmiştir. Tıpkı yaşamını yanlış yerde, yanlış insanlarla tüketen ve sonunda yalnızlaştırılan bir kimsenin çaresizliğine benziyor bu: Baştan başa hüsran.


Şimdi düşünüyorum da Yaşar Kemal’e yapılan haksızlıkları duyunca hepimiz öfkeleniyor, müteessir oluyoruz. Halbuki boşuna! Baksanıza, Yaşar Kemal bile bir zamanlar Yaşar Kemal’e haksızlık yapmış, ötesi var mı?


Neyse ki içsel muhakemenin sonunda, tam olarak ne zaman ve nasıl bilinmez ancak hem şahsına hem de mesleğine yaptığı haksızlıktan ve düştüğü yanılgıdan dönmeyi başarır. Eylemler ve oluşmaların ışığında anlar ki azgelişmiş ülkelerin sefaletinin müsebbibi olan yozlaşmış hükümetleri alaşağı etmenin, aydınlık çağlara kavuşmanın, insanın bugün bildiğimiz anlamıyla makul insan olmasının ve daha nice ‘’iyi’’ şeylerin yolu sanattan geçer. Nitekim bunun bilincini kavradığı an şu cümleyi kurarak bu meseleyi kapatır Yaşar Kemal:

 

“Roman Fransa’ya ne kadar gerekse bize de öylesine gerek.’’