Hava soğuk, vakit erken, heyecan yüksek. Henüz gün ağarmamış. Daha yataktan çıkmadan cep telefonundan Uygar’ı arıyorum. Açmayacak diye endişelenmek üzereyken uykulu sesi geliyor telefonun öbür ucundan.
‘’Günaydın’’ diyorum cıvıl cıvıl.
Çok geçmeden Uygar’ın da heyecanı gün yüzüne çıkıyor. Saat çok erken olduğundan acele etmemize gerek yok. Ama gideceğimiz yere ulaşmamız ne kadar sürecek emin olamıyoruz. Üstelik buluşup sorularımızın üzerinden geçmek istiyoruz. Saat yedide dergi binasında buluşmak üzere sözleşiyoruz. Geceden hazırlayıp sandalyenin üzerine bıraktığım kalın boğazlı kazağımı, kadife pantolonumu giyiyorum. Bugün önemli! Ne üşümek istiyorum, ne özensiz görünmek. En kalın çoraplarımı geçiriyorum ayağıma. Biraz yüz pudrası, biraz ruj. Saçlarmı hızlıca fırçalıyorum. Çantama gereken ne varsa atıyorum. Son kez aynaya bakıyorum.
‘’Hazırsın kızım Ferda. Hallet bu işi.’’
Kendimi yüreklendirdikten hemen sonra atıyorum kendimi buz gibi sokağa. Seke seke dolmuş durağına geliyorum. İşçisi, öğrencisi, memuru benle birlikte durakta, bekleşiyoruz. Artık gün doğumu fedaileri olarak birbirimizi tanıyoruz.
Durağın erkenci sakinleri arasında mahallenin sevgilisi Rodos da var. Çok akıllı köpektir Rodos. Sabahları taksi durağının yanındaki küçük tahta kulübesinden çıkar, hantal hantal selamını verir. Sonra bizimle birlikte sanki dolmuşa binecek gibi bekler de bekler. Dolmuşa binmeden ben de Rodos’a günaydınlarımı sunuyorum. Rodos ağzını kocaman açıp esneyerek karşılık veriyor. Arkada yerimi alıp oturuyorum. Dergi binasına varana kadar kış güneşi tamamen ortaya çıkıyor. Dolmuştaki uyku havası dağılıyor. Tam sıcak dolmuşa alışmışken ayaz tekrar içimi titretiyor. Dergi binasına doğru giderken Uygar’ın sesini duyuyorum. Günaydın güzellik diyor. Buz mavisi gözleriyle boncuk boncuk bakyıor. Onu görünce bir an için sanki içim ısınıyor. Şu Uygar çok iyi çocuk diye düşünüyorum. Dergide çalışmaya başladığımdan beri beni koruyor, kolluyor, yardımcı oluyor. Hele o gün ortak bir çalışma yapacaksak günüm fazladan keyifli geçiyor. Bu günlerde sanki daha bir aklıma geliyor. Onu gördüğüm yerde heyecan basıyor.
Düşüncelerimi savuşturup
‘‘Günaydın’’diyorum, kocaman gülümsüyorum.
‘’Müdürle konuştum. Hemen çıkacağımızı biliyor. Kayıt cihazı tamam, fotoğraf makinesi tamam, kadına vereceğimiz hediye tamam. Şuan tek eksik sahilde güzel bir kahvaltı’’, diyor.
Ben, iş yerinde atıştırırız diye düşünüyorum ama saat hala erken. Kahvaltı fikri cazip geliyor. Geriye sadece beyaz şirket arabamıza binip sahile gitmek sonra heyencanla beklediğimiz röportaj için yola çıkmak kalıyor. Sahil, öğle saatlerine nispeten daha sakin görünüyor. Tek tük balıkçı kovaları sıralanmış. Küçük kahve salonları, kahvaltıcılar güne hazırlık yapıyor. Bir tanesine karar verip giriyoruz. Mis gibi taze pişmiş poğaça kokusunu içimize çekiyoruz. Oturur oturmaz not defterimi çantamdan çekip çıkarıyorum. Uygar benim zeytinli poğaçaya düşkünlüğümü biliyor. Çoğu sabah herkesten önce işyerine gelip karnımızı doyuruyoruz.
Poğaçaların yanına birer çay söylüyoruz. Genç garson siparişlerimizi alıp giderken heyecanımı gizlemeden Uygar’a son hazırlıklarımdan bahsediyorum. Bu röportaj çok önemli. Azize Hanım’ın anlatacağı her kelimeyi not etmek üzere hazırlanıyoruz günlerdir. Büyük Usta’nın ölüm yıldönümüne yetiştirmemiz şart. Eşi Azize Hanım’ı telefonla arayıp röportaj için kendisiyle görüşme teklif edişimizin üzerinden bir ay geçti. Kabul etmeyecek diye çok korktuk ama Azize Hanım telefonda bize oldukça sıcak davrandı. İstediğimiz zaman gelebileceğimizi, soruları seve seve yanıtlayacağını söyledi. Telefonu kapatır kapatmaz çalışmalara başladık.
Ünlü tiyatro üstadı Cüneyt Altın’ın ölüm haberini aldığımızda ofiste bir yazıda düzeltme yapıyordum. Çocukluğumun sanatçısı, sahnelerin Cüneyt Abi’si hayata gözlerini kapatmış. Nasıl da üzüldük. Çocukluğumda dedem elimden tutar oyunlarına götürürdü. Doyamazdım. Birkaç gün sonra tekrar gitmek isterdim. Dedem ısrarlarıma dayanamaz benle birlikte soluğu Cüneyt Abi ‘nin sahnesinde alırdı. Diğer oyuncular da kıymetliydi ama O Cüneyt Abi’ydi. Herkes öyle hitap ederdi. Çocuklara sık sık ücretsiz oyunlar oynardı. Anadoluda oynamadık köy kasaba bırakmadı derlerdi. Sayısız oyun oynamış, ödüller almıştı. Başta Ankara olmak üzere ismi tiyatroyla bütünleşmişti.
Çocukluğum Cüneyt Abi’nin temaşalarıyla geçti. Üniversite yıllarımda da, mezun olduktan sonra da vakit buldukça takip ettim kendisini aynı heyecanla. Hatta en son izlediğim oyuna Uygar’la gitmiştik. Uygar’ın da Usta’nın hayranı olduğunu oyundan hemen önce öğrenmiştim. O oyun ikimiz için de Cüneyt Abi’mizi izlediğimiz son oyun oldu. Epey yaşına rağmen O yine Cüneyt Abi’ydi. Yine atak, yine samimi. Ama bitkin görünüyordu. İçten içe artık bir şeylerin ters gittiği hissi -belki de onu sahnede defalarca izlemiş olduğumuzdan - Uygar’ı da beni de yokluyordu. Yine de o gece de seyirci alkışlarıyla sahne çınladı, karşılıklı sevgiler, saygılar sunuldu. Biz de o günü mutlu bitirdik. Birkaç hafta sonra haberi geldi. Cüneyt Altın hayatını kaybetti. İçimiz sızladı.
’’ Cüneyt Abi de dedem gibi gitti’’dedim, kendi kendime. Bir an çocukluk anılarıma gittim geldim. Bir şeyler yapmam lazım gelirdi. Cüneyt Abimizi güzelce anacağımız bir şeyler. Vefatının üçüncü ayında eşiyle röportaj yapma fikri çıktı ortaya tarafımca. En çok da Uygar destekledi fikrimi. Diğer iş arkadaşlarımız da, patronumuz da onayladı. Ama beklemek gerekecekti. Azize Hanım kabul etmeyebilirdi. Etmezse bunu tartışmaya gerek yoktu. Hadi etti diyelim; derginin içerik havuzu ağzına kadar doluydu. Röportaj köşesi için sıramı bekmemem gerekecekti.
‘’Beklerim’’ dedim. Vakti zamanı gelene kadar da sorulacak sorular üzerine bizzat ilgilenirim.
Sonunda süreç tamamlanıyor işte. Azize Hanım’a gitmek için çayımızın son yudumunu içip hemen yola koyuluyoruz. Azize Hanımların evi şehrin biraz dışında, oraya gitmek için telefondan haritayı açıyoruz. Yol boyu Uygar’la tatlı tatlı sohbet ediyoruz. Her geçen gün onun yanımda olmasına daha fazla alıştığımı hissediyorum. Bu hisse gülümsüyorum. Tuhaf geliyor. Ara sıra camı açıp kış havasını içime çekiyorum. Eve yaklaştıkça daha fazla heyecanlanıyorum.
Haritamız bize geldiğimizin sinyallerini veriyor. Bizi ağaçlar içinde iki katlı eski bir ev karşılıyor. İki yanında ona benzer başka evler var, hatta bu bahçeleri ağaçlı evler sokak boyu uzayıp gidiyor. Bu manzara pek hoşumuza gidiyor. Kış çiçeklerinin arasından geçip kapıyı çalıyoruz. Kısa süre bekledikten sonra kapıda bizi Azize Hanım karşılıyor. Kendisini daha önce gazetelerde bir kaç kere de oyunda izleyici olarak gördüm. Hep güzel bir kadındı. Mütevazı bakışlı sevecen bir insana benziyordu. Ama hiç konuşma fırsatım olmamıştı. Şimdi kapıda bize gülümsüyor ‘’hoş geldiniz çocuklar’’ diyor. Bizi içeri davet ediyor. Onun sıcak enerjisi bizi sarmakta gecikmiyor. Üzerinde koyu renki çiçekli bir elbise var. saçlarını arkadan eski gümüş bir tokayla birleştirmiş. Dudaklarında kırmızı ruj Azize Hanım’a o kadar uyumlu ki, onu bahçesindeki kasımpatı çiçekleriyle bütünleştiriyorum kafamda.
İçeriye girdiğimizde bizi yeni pişmiş kurabiye kokusu karşılıyor. Burası şatafattan, lüks eşyalardan uzak oldukça samimi eşyalarla dolu, sıcak bir ev. Koriordan salona girene, sonra da beyaz koltuklardan birine ilişene kadar duvarlarda Cüneyt Abi’nin Azize Hanım’ın fotoğrafları, ödüller, eskiden kalma sahne maskeleri, raflarda çeşit çeşit antika oyun dekorları gözüme çarpıyor. Burası bir müze olmalı diyorum her detayda. Siyah beyaz fotoğraflarda Cüneyt Abi ya sahneden bize gülümsüyor ya da kuliste Azize Hanım’a sarılıyor. Az ileride de düğün fotoğrafları var. Azize Hanım’ın gelinliği, güzelliği göz kamaştırıyor bu fotoğrafta.
Biz evi incelemeye dalmışken Azize Hanım evin yardımcısına çayları koyması için göz kırpıyor. Neşeyle tekli beyaz koltuğa oturuyor. Hatrımızı soruyor neşeyle. Öyle sıcak öyle içten bir gülümseyişi var ki biz de yavaş yavaş ona uyum sağlıyoruz. Biraz dergideki işlerden biraz Ankara’nın soğuk havasından, biraz tiyatrolardan bahsediyoruz. Röportaj için gelmiş olmamıza rağmen, konuyu Cüneyt Abi’ye getirmeye nedense Uygar da ben de çekiniyoruz. Onu üzmekten, yanlış bir şey söyleyip bu güzel ortamı bozmaktan korkuyoruz. Ama hiç korktuğumuz gibi olmuyor. Azize Hanım kendisi açıyor konuyu. Gözleri buğulanırken gülümsemeye devam ediyor.
‘’Demek röportaj yapacaksnız, beni, Cüneyt Abi’yi, soracaksınız. Vallahi ne adamdı o. Nasıl anlatılır bilemedim ki’’ diyor. Gözü duvardaki fotoğraflardan birine takılıyor.
Evin yardımcısı olduğunu anladığımız kadın çaylarla birlikte güzel kokunun sahipleri olan sıcak kurabiyeleri getirirken biz hazırladığımız soruları çıkarıyoruz. Ama biz soru sormadan Azize Hanım anlatmaya başlıyor. Hemen ses kayıt cihazının tuşuna basıyorum. Hayran hayran Azize Hanım’ın anlatacaklarına gömülüyoruz.
‘’Ben Güney Anadolu’da çok küçük, kasaba kadar ilçede doğdum. Üç kardeşiz biz, ben ortanca. Bir abim bir de küçük erkek kardeşim var. Babam belediye başkanıydı o zamanın. Çok uğraşırdı orası için. Elinden geldiğince her yeniliği getirmek isterdi. Kütüphanesi, okulu, çay bahçesi, açık hava sineması neler neler babamın emeğiydi. Yorulurdu babam ama durmazdı. Bizim eksiğimiz niye kalsın dışarıdan derdi ama dışarıdan dediği büyük ilçelerden bile insanlar gelirdi bizim oraya. Saygı duyarlardı babama yerli insanlar da. Severlerdi. E hal böyle olunca bizi de belediye reisinin evlatları olarak bilirlerdi. Bizim de ister istemez koltuklarımız kabarırdı. Göze çarpardık ama ayrı koymazdık kendimizi, hep birlikteydik insanlarla. Köylü güzeliydim. Şimdi kocadığıma bakmayın o zamanlar, bizim oranın nazlı güzellerinden biriydim ben de. Her istediğim oluyor, anam babam gözümün içine bakıyor, hayat bana güzeldi anlayacağınız.
Bir gün babam eve yeni bir haberle geldi. Taa Ankara’dan geleceklermiş. Acilen hazırlık yapmak gerekirmiş. Yer ayarlamak, herkese haber etmek, her şeyi yoluna koymak, yolları iyice onarmak daha neler neler. Ama babamı görmeniz lazım. Öyle hızlıca saydı saydı döktü ki hiç bir şey anlamadık. Sandık ki meclisten mebuslar gelecekler, hatta başbakan gelecek sanmıştı abim ilk duyduğunda. Babam telaşını attı da öyle diyebildi diyeceğini. Meğerse bir tiyatro kumpanyası gelecekmiş temsil göstermeye. Biz şaşırdık. Açık hava da sinemaya alışkındık. Babam daha önce ünlü türkücüler de ayarlardı. Karagöz hacivat da oynanırdı eskilerde ama canlı canlı film izler gibi tiyatro izlememiştik hiç. Ertesi gün herkes öğrenmiş oldu zaten. Aldı mı milleti bir telaş. Misafir deyince akan sular durur bizde de. Anadolu halkı işte, o misafir rahat ettirilecek. Gerekirse yemeyip yedirilecek. Hele ki bize tiyatro oynayacaklar. Önlerine eksik bir şey koymak asla olmaz. Hemen hazırlıklar başladı. Sokaklar temizlendi. Belediyenin eksiği gediği giderildi. Nerede oynayacakları konusu tartışıldı. O anda bir karara varılamadı. Öyle sahne filan yok tabi. Ekibe seçenekler sunulması düşünüldü. İster düğün salonunu alın ister şenliklerin de yapıldığı çimenlik alanda püfür püfür oynayın.
’’Siz yeter ki sağ salim gelin de elbette halledilir gerisi’’ denildi telefonda.
En büyük telaş da bizim evde vardı. Babam elinde kağıt kalem, her ayrıntıyı bir bir yazarken bizi de görevlendiriyordu. Hatırladığım kadarıyla annem de heyecanlıydı ama babamın telaşına söylenmekten de geri kalmıyordu.
‘’ Elimizi ayağımıza dolaştırma. Elbet ağırlanır bu misafir. İlk kez dışarıdan insan gelmiyor ya’’ diyordu.
Gelecekleri gün erkenden ayağa dikti babam hepimizi. Konuklar akşama doğru burada olacaklardı. Meydandaki kahvede ağırlanıp, yemek yiyecekler, dinlenecekler daha sonra zaten ilçede tek olan pansiyonda kalacaklar, ertesi gün hemen oyun hazırlıklarına başlayacaklardı. Akşama kadar ben de belediye binasında abimle dolandım durdum. Heyecan sarmıştı. Tiyatroyu da oynayanları da merak ediyordum. Akşam hava kararmaya yakın otobüs göründü. Herkes bir bir çıktı geldi meydana. Heyecanla otobüsten inecekleri gözlemeye başladık. Babam ‘’ayıp kaçar misafire kaç kişi geleceksiniz diye sorulmaz’’ deyip sayılarını sormadığından otobüsten kaç kişi inecek bilmiyorduk. Ön kapıdan bir kaç kişi indi. Sonra koca koca demirler, kumaşlar, kutular. Sonra ekip inmeye devam etti. En son da O indi otobüsten. O an, Cüneyt Abi’nizi ilk gördüğüm andır, ilk kalp çarpıntısıdır. İndi, indiği gibi gözlerimiz buluştu. Gayriihtiyari gülümsedik ikimiz de; ‘’hoş geldiniz, hoşbulduk’’ mahiyetinde. Ama ikimiz de anladık tam da o an, gönül yangının çıraları tutuşuverdi. Üzerindeki incecik gömleğinin rengi hala hatırımdadır. Pek yakışmıştı. Keten kumaştan bej rengiydi.
Babamlar hemen ilgilenmeye başladılar. Misafirler meydandaki kahveye alındı. Dekorlar, uygun bulunan yerlere dikkatle taşındı. Otobüs uygun yere parkettirildi.
Ben o dakikadan sonra Leyla oldum çıktım. Babam gelenlere yer gösteriyordu. Abimle kardeşim otobüsün şoförüyle muhabbete dalmıştı. Ben de öyle boş boş dolanmaya başladım. Gözümle O nerede, ne yapıyor takip ediyordum uzaktan. O karmaşıklığın, gürültünün içinde kulağıma sadece uğultular geliyordu, bir de konuşursa O’nun tatlı sesi.
Bir süre sonra gelenlerin hepsi -yaklaşık 10-15 kişi kadar varlardı- kahveye oturmuş, ikram edilecek gözlemeleri bekliyorlardı. Bizimkiler tabi merak ediyor. Ankara nasıldı, öğrenciler miydi, daha önce buralara yolları düşmüş müydü? Tatlı bir sohbet havası vardı. Ben de geçtim oturdum yan masalardan birine. Ona en yakın yeri seçmeye çalıştım ama bir yandan da utanıyorum, çekiniyorum. Gözlemeleri hızlı hızlı yerken soruları yanıtladılar. Aralarında öğrenci olan da varmış okulu bitmiş olan da. Ama hepsi tiyatroya gönül vermiş insanlarmış. Küçük bir kulüp kurmuşlar kendi aralarında. Ankara’da kendi imkanlarıyla sahne kiralayıp oyun oynayarak başlamışlar ilk olarak. Daha sonra isimleri duyulur olmuş. Ankaralılar sevmiş bu takımı. Kumpanya büyümüş de büyümüş. Ankara’da ünlü oyunculardan da destek geldiği olurmuş ara sıra. Bir süre sonra Ankara dışına çıkmaya karar vermişler. Tiyatrosuz şehir kasaba kalmasın demişler. Hepsini bir arada çıkaramasalar da gidebildikleri yerlere kadar gidip Ankara’ya dönüyorlarmış. Kışın zaten okulu olanlar olduğundan şehir dışına pek çıkmazlarmış.
Cüneyt o zaman okulu yeni bitirmişti. Konservatuar mezunuydu. Hem turnelerle hem Ankara’daki oyunlarla geçimini sağlıyordu. Akmasa da damlıyor diyor, tiyatro tutkusundan başka mesleği gözü görmüyordu. Bunları anlatırken ara sıra bakışları beni buluyor bir an için diyeceğini unutuyor ya da birden sözleri karıştırıyordu. Hatta daha sonrasında o dakikaları anlatıp anlatıp gülerdik kendi aramızda.
Kahveler çaylar içildi, meraklar giderildi, yerli köy efsaneleri anlatıldı, herkes güldü eğlendi bir şenlik havası vardı. Herkes daha şimdiden bu kumpanyayı çok sevdi. Oyun merak edildi. Saat epey ilerleyince kumpanya kalacakları pansiyona götürüldü. Biz kahveden eve döndük. Bizimkilerin keyfi de yerindeydi. Hele babam çok sevdi o zaman, ısındı tiyatroculara. Yüzümüz gülüyordu yani. Tabi bendeki ayrı bir mutluluk. O nasıl heyecan. Uyku tutmadı gecesi. Babam da sevdi ya hani, hayallere daldım, çiçekli hayallere. Ah ne yazdı. Hiç gitmez gözümün önünden.
Ertesi gün ben erkenden kalktım. Evdekilerin gözünden kaçmadı neşem, nasıl kaçsın? En çiçekli elbisemi giydim gök mavisi. Saçlarım upuzundu o zaman arkadan gümüş tokayla tutturmuştum perçemleri. Gözümde kalemler, kulağımda küpeler. Babamlara da dedim ki, ‘’Ankara’dan gelen kızlardan neyim eksik benim’’. Sanki onları kıskanmış da öyle süslenmiş gibi gösterdim. Çekindim, bizim oralarda konuşulmaz bu konular. Tabi annemi kandıramadım o daha dünden farketmiş bendeki halleri sonradan anlattığına göre. Babama gelen telefondan aldım haberleri. Kumpanya kahvaltıyı yapıp meydana doğru yola çıkmış. Gelip hazırlık, prova yapacaklarmış. Babam bir kaç kişi görevlendirdi yardım etsinler diye. Hemen ben de karıştım aralarına. Dünden sabaha o nasıl özlemek. O da Cüneyt’i ilk özleyişimdir.
Otobüsten inerlerken kocaman ‘’günaydın’’ dedi, en çok bana gülümsedi. Görür görmez sevindirik oldum. Ama hala çekiniyorum. Oyunu şenliklerin yapıldığı alanda oynamaya karar verdiler. En çiçekli mevsimdeyiz hava mis gibi. İçeriye kapanmaya gerek yoktu ki. Hemen hepsi toplaştı, aralarında anlaştılar herkes bir işin ucundan tuttu. Biz de yardım edecektik. Koca koca demirleri toprağa tutturdular. Üzerine perde gerdiler. Sandalyeler getirildi kahveden. Ben de onları düzene sokmaya başladım. Yanıma geldi Cüneyt o zaman.
‘’Yardım edeyim’’ dedi. Sandalyenin bir ucundan tuttu.
‘’Ben size yardıma gelmiştim aslında ama olur’’ dedim.
Gülümsedik karşılıklı. Bir ömürü bir yastıkta geçireceğimizi bilmiyorduk. Ama anlıyorduk, hisler yanıltmıyor, O’ndan bana, benden O’na geçiyordu heyecan. O sırada abim geldi yanımıza. Bana ‘’ sen git hadi’’ der gibi Cüneyt’le sohbete girişti. Utandım ben de. Hemen sıvıştım.
Aşkı dile getirmek vardı ama ne zamanı ne mekanı. Öyle yanyana geldikçe sohbet ettik akşama kadar. Elimden geldiğince yarım ettim ekibe ben de. Kızlarla tanıştık. İyi kızlardı, sevmiştik birbirimizi ama içten içe kıskandığım doğrudur. Cıvıl cıvıl kostümleri, pudraları, takı tokaları. Sonra şehir şehir gezmeleri, Cüneyt’in yanında olmaları. Daha oyundan önce gidecekler diye üzülmeye başladım ben. Provayı izlemedik biz. Sürprizi kaçmasın dedik. Oyundan hemen önce gördüm O’nu. Başarılar diledim. Heyecanlıydı. Hala alışamamış, hep aynı heyecanı duyarmış. İşin güzelliği oradaymış zaten. Öyle demişti. Ben de ondan az heyecanlı değildim ki. Kalbim duracak sürmeli gözlerine baktıkça. Yer ayağımın altından kayıyor. Şans dileyip kaçtım hemen. Gittim yerime oturdum. Kulaklarım sağır oldu, gözüm kör oldu heyecandan. Oyun ne zaman başladı nasıl bitti benim gözüm görmedi. Neyseki daha sonraları defalarca izleyecektim o oyunu. Orada izlediğimden hiç bir sahneyi hatırlamıyorum ama. Oyun bittikten sonra herkesin yüzü gülüyordu. Oyunu çok beğendiler. Alkış kıyamet koptu. Haldun Taner’in oyunuydu. Cüneyt’i izlediğim ilk oyundu.
Ben onu izledim oyun boyu. Hüzün çökmüştü sonrasında. Gidecek diye içim içimi yemeye başladı. Beni de götür dememek için kendimi zor tutuyordum. Ne vardı ben de binseydim otobüse, gezseydim onlarla şehir şehir, sonra Ankara’ya gitseydim. Cüneyt’le evlenseydim. Kızdım kendime ben köylü güzeli, kimdim ki onlarla gidecektim. Liseden sonra bırakmıştım okulu. Bizimkiler,
‘’Gerek yok’’ dedi o zaman. ‘’Öğrendin öğreneceğini’’. Ben de ısrar etmedim fazla. Karşı gelemedim keşke de gelseydim. Ne kadar hevesim varsa içime gömmüştüm. Öyle cam güzeli gibi evde oturur olmuştum. Giden kızlar vardı bizim oradan üniversiteye. Onlara özenir, üzülürdüm. Hem Cüneyt de istemezdi böyle ev kızı. Boşuna hayal kuruyordum.
Hepsi gözümün önünden geçti onlar sahneyi toplayıp tekrar kahveye yol alırken. Ben hepten astım suratımı. Bir ona bir kendime sinirlendim. Şenlik devam ediyor tabi o sırada. Sazlar, türküler hazırlanmış. Neşeler yerinde. Ben sessizce çıktım. Toprak yolda yürümeye başladım. Yerdeki taşları yuvarlaya yuvarlaya yürüyorum, gözümde de iki damla yaş birikmiş. Sonra ‘’Azize’’ dedi birisi. Bu da adımı ilk O’nun ağzından duyduğum andır. Sildim gözlerimi ama gördü tabi. Kalbim ağzımda atmaya başladı onu görünce.
‘’Neden ağlıyorsun’’dedi.
Ne diyebilirdim ki? Ben aşık oldum sana. Ama sen gideceksin. Ben de onun için ağlıyorum mu deseydim? İnanmazsınız, aynen öyle dedim. İçimden söyledim sandım. Meğerse o anın heyecanıyla ağzımdan çıkıvermiş. Öylece baktım yüzüne. Bir şey söylemedim sanıyorum. Onun yüz ifadesi değişip de;
‘’ Gel benimle’’ deyince anladım bunu onun yüzüne öylece söylediğimi.
İkimizin de dili tutuldu sandık ilk başta, sonra gittik bir ağacın dibine oturduk. Ben ondan yana bakmıyorum, o benden yana. Lafı, sözü toparlamaya çalışıyoruz. Nihayet muhabbete koyulduk, gözler dağa taşa dönük. Hele ben hepten çekiniyorum. O da meğer bana oyunu beğenip beğenmediğimi sormak istemiş göremeyince sormuş.
‘’Azize şu yöne gitti’’ demişler. Beni görmüş yolda, koşmuş, gelmiş. Onda da çıralar otobüsten inip beni gördüğü ilk anda yanmış. Dedim ya ikimiz de biliyorduk zaten, hissetmiştik. Sadece bunu oturup ayışığında konuşup pekiştirmek gerekmişti.
Yine dedi ‘’gel benimle ‘’diye. Öylece gelemem dedim. Çılgınlık olur bu. Daha dün tanıştık. Annemin babamın yüreğine iner kaçıp da gelirsem. Yapamazdım böyle bir şey. Israr etmedi. Hak verdi. Öyle anlayışlı, öyle samimiydi Cüneyt. ‘’tamam’’ dedi. ‘’Bir yolunu bulacağım. Benden haber bekle ‘’. Bekleyeceğim dedim. O anda başladım beklemeye desem yeridir. Biraz daha dursak o ağacın altında dikkat çekerdi. Kalktık, ben eve geçtim, o kahveye. Yine uyku tutmadı. Hayal mi gördüm gerçek miydi konuştuğumuz, bunu düşünüp durdum gece boyu.
Ertesi gün Cüneytler gitti. Uzaktan vedalaştık, konuşmadan. Gözlerimin dolduğunu saklamaya çalıştım tekrar. Mutlaka yine bekliyoruz denildi. Yanlarına yolluk koyuldu. Arkalarından su döküldü. Sözleştik ya içim rahattı. Bizimkilerin keyfi de yerine gelmişti. Sevmişlerdi ‘’tiyatro’’yu da ‘‘tiyatrocu’’ları da.
Babam çok gururluydu. İnsanlar güzel yorumlar yapınca seviniyor, o da diğerleri gibi canlı canlı film izledik, sinemadan daha iyi iş oldu diyordu. Ekibi de sevmişti. Arada bir ağzını yoklamak için oyundan oyunculardan söz açıyor, oyunculardan Cüneyt’in rolü şöyle iyiydi böyle iyiydi deyip aklına girmeye çalışıyordum.
Bir dalgınlık aldı beni onlar gittikten sonra. Bana nasıl haber verecekti ki Cüneyt? Buraya mı gelecekti? Cep telefonu yok, evi arasa kim açacak? Babam bilse ne olacak? Bunların yanında kendine kendime sırıtıp duruyordum. O haber mutlaka gelecek, bekliyordum.
İki üç hafta sonraydı heralde. Babam eve geldi, beni yanına çağırdı. Ciddi ciddi baktı yüzüme
’’Sen bu Cüneyt’le mi görüştün? Hani tiyatrocu olan’’ dedi. Ben bozardım kızardım. Ne diyeceğimi bilemedim. Babam çok sakin adamdı, rahmetli. Bana da çok düşkündü. Ama bu konu başka. Öyle oturup bunları konuşamazdın ki bizlerde. Kesin biz Cüneyt’le otururken biri gördü babama söyledi dedim. Babam kesin çok kızacaktı. Başladım ağlamaya. Cevap bile veremedim. Kendimi topladım. Heraldeki bir şeyler uyduracaktım. Geçmiş zaman hatırlamıyorum şimdi neler geveledim. Babam dur dur sakin ol dedi. Cüneyt’in babası aradı. Müsaitsek seni istemeye gelmek istiyorlarmış. Önce sana sormak istedim. Senin var mı gönlün dedi. Olmaz mı be babam. Gönlüm akıyor buradan Ankara’ya. Demedim tabi böyle. Boynumu büktüm utandım. Babam anladı.
’’ Gelsinler bir konuşalım’’ dedi.
Ondan sonrası bana yazlar baharlar geldi. Bize geldiler ailesiyle. Tanıştık konuştuk. Tatlı dilli sevecen insanlardı onlar da Cüneyt gibi. Ama arada kültür farkı var, mesafe farkı var. Sinirler geriliyor oturduğumuz yerde. Babam
‘’Biz şimdi bir şey diyemeyiz. Düşünmek için zaman verin ‘’ dedi. İkinci sefer gelişlerinde bu sefer annem Ankara’ya gitmemi istemedi. Gözünün yaşı durmadan aktı bütün gece. Babam turnelere gitmeyceksin diye Cüneyt’e şart koydu.
’’Düzenli işin olsun. Mümkünse devletin tiyatrosunda yap oyunlarını ‘’dedi.
Her konuda anlaşmak olmuyor işte. Ama biz her seferinde üstesinden geldik bir şekilde birleştirdik hayatlarımızı Cüneyt’le. Bizim köyde oyun oynadıkları aynı meydanda evlendik altı ay sonra. Ankara’dan geldiler ailesi, arkadaşları. Tüm kumpanya da orada tabi. Öğrendim ki onların da gözünden kaçmamış Cüneyt’le muhabbetimiz. Belki klasik olacak ama hayatımın en güzel günüydü düğün günümüz. Sonrasında bir günümüz geçmedi ayrı. Tüm turnelerde o otobüste yanı başındaydım. Kulisindeydim. Yeri geldi, sahnedeydim. Küçük küçük rollerim olurdu. Girerdim sahneye ben de. Bir de üniversite konusuna çok takılıyorum diye Cüneyt’in içi rahat etmedi. Beni kursa yazdırmış. Sınava hazırlandım bir sene. Açıktan üniversite mezunu oldum. Onların kumpanyasında işe başladım, onlar büyüttüler ekibi. Ben de orada her işe koştum. Turneleri ayarladım. Yeri geldi rejiye koştum. Yeri geldi sahne kurdum. Cüneyt’ten çok şey öğrendim. Çok kitap okudum. Kendimi yanına yakıştırmak istedim hep ki, o hiç bana olumsuz bir şey hissettirmedi. Hep destekçimdi, hem eşim hem arkadaşım hem öğretmenimdi.
‘’Sen de benim için öylesin’’ derdi.
Bana sarılmadan oyuna girmezdi. Sayısız oyun izledik. Sayısız turneye çıktık. Çok sevdik biz birbirimizi. Oyunlardaki aşklar gibiydi bizimki. Kendi sahnelerimizi canlandırır gibi bir hayat sürüp gittik. Sizin Cüneyt Abiniz’in öyle büyük kalbi vardı ki bu kadar çok seveni olduğuna hiç şaşmamalı. Sevmeyi çok iyi bilirdi. Beni çok güzel sevdiği gibi, sahnesini de oyunlarını da izleyicilerini de çok sevdi. Bu koca kalbi sevgiden yoruldu diyorum ben, ondan Cüneyt’i aldı götürdü kalbindeki hastalık. Gitti mi, gitmedi mi onu da bilemiyorum çocuklar. Sanki hala burada. Bakışları gözümün önünde,’’Azize’’ diyor yumuşacık sesiyle, gülüşü kulağımda çınlıyor. Gurur duyuyorum, özlüyorum, arıyorum, seviyorum onu çok. Size de nasip olur umarım böylesi sevda. Çok konuştum değil mi çocuklar? Soru soracaktınız bana affedersiniz. O günleri yadederdik O’nun sağlığında. Şimdi kendi kendime kalınca zor oluyor düşünmesi. İnsan bu mutlu günleri paylaşmak istiyor. Paylaştıkça ona daha yakın hissediyor.
Son sözleri söylerken Azize Hanım’ın sesi titriyor. Biz kendimizi hikayeye o kadar kaptırmışız ki bittiğinde bir filmin sonuna geldik sanıyoruz. Şimdi Azize Hanım’ın, Cüneyt Abi’nin yıllar öncesi gözümüzün önünde canlanıyor. Onlarla birlikte o mahalleye gidiyoruz, düğünlerine katılıyoruz sanki. Artık sormak istediğimiz soruların bu aşk hikayesi karşısında bir önemi kalmıyor. Çıkmak istediğimiz yolun çok daha özelini tamamlamış oluyoruz. Azize Hanım dalgınlaşıyor ama gülümsüyor, anlattıklarından memnun görünüyor. Bir süre hepimiz suskunlaşıyoruz. Konuyu başka yere götürmek, bu hikayeden uzaklaşmak istemiyoruz. Siyah beyaz düğün fotoğrafına bir daha göz atıyoruz.
Dergiye götürmek için sormamız gereken soruları unutmak üzereyken, Uygar hatırlıyor. Cüneyt Abi’yle ilgili soruları Azize Hanım’a formalite icabı yöneltiyoruz. Ama aslında bu evde görüp duyduğumuz her şey Uygar’a da bana da fazlasıyla yetiyor. Azize Hanım’ a hediyesini verip kalkıyoruz. Ona hediye olarak Cüneyt Abi’nin dergide karikatür olarak çizilmiş, sahne içinde kostümlerle bir oyundan resmini veriyoruz. Biz daha evden çıkmadan çerçeve diğer resimlerin yanında yerini alıyor. Oradan mutlu ayrılıyoruz. Ayrılırken Azize Hanım’a kocaman sarılıyoruz.
Arabada ikimizin de yüzünde tatlı bir gülümseme var. Azize Hanım’ın büyüdüğü mahalleyi düşünüyoruz. Cüneyt Abilerin turnelerini, hep gittiğimiz tiyatronun geçmişinde gönüllü öğrencilerin oluşunu bir çok şeyi tekrar konuşuyoruz. Uygar beni eve bırakıyor. Mahalleye girdiğimde sabahtan bu saate kadar sanki çok uzun günler geçmiş gibi geliyor. Öyle ki soğuk havadan dolayı taksi durağının içine alınmış Rodos’u görünce onu ne kadar özlemişim diye düşünüyorum. Uygar evin önünde duruyor. İyi geceler diliyoruz. Soğuk iyice şiddetini arttırdığından arabadan çıkar çıkmaz titremeye başlıyorum. Hemen eve koşuyorum. Kapımı kapattığım gibi telefonum çalıyor. Arayan Uygar. Arabada bir şey unutmuş olmalıyım diye düşünüyorum. Girdiğim gibi dışarı çıkıyorum.
Uygar arabadan çıkmış. Az önceki sakinliği kaybolmuş görünüyor. Düşünceye dalmış beni bekliyor. Hemen yanına gidiyorum. Uygar bana bakıyor. Sözünü toparlamaya çalışır gibi bir hali var. sakince duyacaklarımı bekliyorum. Epey de geriliyorum. Röportajla ilgili bir aksilik mi çıktı diye düşünüyorum. Uygar lafa giriyor.
-Ne zamandır sana söylemek istediğim birşey var. Sırası ne zaman gelecek diye beklerken bugün Azize Hanım’dan ve onun hikayesinden güç aldım. Sana Cüneyt Abi gibi ‘’gel benimle’’ demek için daha fazla beklemek istemedim. Dergiye ilk geldiğinden beri işe daha severek gelmeye başladım Ferda. Seni seviyorum ben. Eğer karşılıklıysa, bugün dinlediğimiz gibi güzel bir hikayeye başlamak, seninle bir arada olmak istiyorum.
Havanın etkisi de üstüne gelince yaprak gibi titremekten kendimi kurtaramıyorum. Meğer kaşla göz arasında, ben telefona bakmak için koridora çıktığım zaman Feride Hanım Uygar’a sessizce
‘’O da seni seviyor, fazla bekleme konuş en kısa zamanda ‘’ diyor. Tabi ben bunu çok sonra öğreniyorum. O an sadecce Uygar’ın masmavi gözlerine buğulu buğulu bakıp
‘’karşılıklı’’ diyorum.
Bu da bizim hikayemizin başlangıcı oluyor. Uygar’la bir senedir nişanlıyız. İki hafta sonra düğünümüz var. Feride Hanım baş konuklarımızdan biri. Merak ediyoruz. Bizim yolumuzda hayatın ne sırları, ne sürprizleri gizli. Yıllar sonra biz de evimiz bir anı evi haline dönüşsün istiyoruz. Daha şimdiden her alışverişte eve bir sürü boş çerçeve alıyoruz. İçlerini en güzel anılarla doldurmayı hayal ediyoruz. Evimizin bir köşesine Cüneyt Abi ve Azize Hanım’ın kuliste çekilmiş bi fotoğrafını asmayı ihmal etmiyoruz.