Azrail çok sıkılmış, bir kedi sahiplenmiş, komşular şikayetçi, miyavlayıp duruyor diye. O kendine bir oda yapmış, tanrısını terk ederken yoruldum, emekliyim, arayıp sorma demiş.


Git zaman gel zaman kedi haylazlaşıp kafasına göre almış başını gitmiş. Azrail hem sıkılıp hem üzülmüş. O kadar ölümün hatıraları ruhunda dolana dursun bir kedinin yokluğu hüzne boğmuş. İlk defa tadıyormuş bu hissi. Sevgi denen şeymiş bu, değer, biraz da üstüne düştüğü zamanın kırıntıları. Ne acımasız bir şeymiş demiş kendine.


İnsanlara acımış, böyle bir lanetle yaşamak ağır olsa gerek demiş. Sevgiyle yok olanın silinmeyen hatırası. Sürekli yüreğini burkan bir şey, diş ağrısı gibi gitmeyen, rüyalarına musallat olan.


O zaman neden sever ki bir insan. Gelen gittikçe, gideni tanrıya ulaştıran Azrail bunu biliyorken, neden birisinin hiç gitmeyeceği kanısına düşer insan. Ölüm var, neden bu anlam.


Azrail çok sıkkınmış. Bir sonbahar akşamı, güneş daha batmazken bulutlar biraz çirkefmiş. Kedisinden ses soluk yok, Mikail sevmezmiş Azrail’i, İsrafil’le arası yok, hiç bir kardeşi söylemezmiş kedisinin nerede olduğunu. Cebrail ise pinti, peygamberin yalakası... O balkonda otura dursun bir çift görmüş. Yaşlılarmış bu çift, adam kadının elini tutuyormuş, kadın biraz kambur adam, sekerek gidiyormuş. Onlara baktığında tüm bu kısıtlı zamanda yaşanmış hayatların izini görmüş Azrail. Ölüme doğru yürümekte olan el ele.


Bir çift mutluluk görmüş yüzlerinde, bir birlerine bakarken bir çocuk kahkahası işitmiş Azrail, temiz ve saf.


Aklına kedisi gelmiş. İlk de pençe atıp tıslayan, maması olmadığında hırçın olan. Azrail’miş değilmiş hiç umurunda olmadan yatıp uyuyan.

Sonda elini yalar, biraz koynunda uyur, geceleri hırıltı çıkartıp yanaşmak için miyavlarmış. Azrail’in gözleri dolmuş, sonra şaşırmış; o ölüme hükmeden, zamanda kaybolup varlıktan kaçan o ağlıyormuş. Sevgi güzel şeylerin bütünü değilmiş, şimdi anlıyor. Biraz gözyaşı... Hataların ve kusurların, iki kişinin arasında olan çatışmanın dindiği, dinlendiği ve sarıldığı bir şeymiş bu şey.


Tanrı neden bunun için yaşamlar yaratığını şimdi anlıyormuş. Daha öncesi hep saçma, anlamsız bir oyun olarak görmüş yaşamı.


Nice insanların son nefesini almış, acımamış onlara arkasından ağlayan insanlara. Ölüm var kabul etmeliymiş herkes. Neden bu zırlama. Ama şimdi anlıyor ki tüm o ölümler ve yokluk bir zaman içinde sevgiyle, korkmasına rağmen, inatla, ölüme rağmen kaçarcasına, diğerinde var olmakmış.


Gözyaşlarına baktığında ben daha önce hiç ağlamadım oysa demiş kendine. İçinde yeşeren sevgi varken neden ağladıklarını anlamış Azrail insanların.


Ağlamak karşı tarafta var olmak demekmiş. Ben buradayım ve tüm korkularım acılarımla. Şimdi ağlamanın nedenini anlamış elleriyle çukura gömülmüş soluk mavi gözlerini silerken.


Kedisini özlüyor, karanlığa karışıp yok olmadan yaşlı çifte bakıyormuş. Orada yürüdükleri ölüm dahi olsa bir şeylerin içinden çıkan kendileri, yorgunlar, anlamsız şeylerle boğuşmuşlar ama el ele.


Tanrıya yorulduğunu ve insanları öldürmenin anlamsız olduğu için emekliye ayrıldığını söylemişti. Şimdi neden öldürmek istemediğini anlamış.


Saçma olan yaşam, sonu da saçmaymış ona göre. Ancak şimdi görüyor ki ne kadar saçmalık varsa içine atlayıp bir şeyler yaratarak çıkan bir his, devam etmenin dayanılmaz acısının kocaman zaafı; sevgi.


Orada ve çıplaklığıyla olağanca korkunç, keşke kediyi sahiplenmesiydim dedirtecek kadar gerçek bir hismiş. Kaçmak her zaman biraz daha yok olmakmış yaşamdan.


Azrail kedisinin sesini duymuş, gözyaşları biraz daha coşmuş. Sokakta paytak paytak yürürken gördüğünde atmayan kalbinde bir orman yanmış resmen.


Bir kap su ve biraz mama alıp çıkmış sokağa fırlamış.


Heyecan duymak böyle bir şey miymiş tanrım?


Gelen gitmeden sarılmak böylemiymiş cidden?