"Onu, sarsılan bir kapı gıcırtısıyla bekliyor kalbim," dedi.

Bu sözüyle onu nasıl beklediğini okuyordum, gözlerinin çukurlarındaki o dert halkalarında beliren gölgelerden. Kendisine aşkı biçmişti. Bu yüzden duygularını örmeyi öğrenmişti çoktan. Biliyordu kalbin de kışı olduğunu ve gönlün de patiğe ihtiyaç duyduğunu. Birbirlerine bakarlarken birbirlerinde kaybolanlardan değil de birbirlerini, birbirlerine bakarak bulan iki insan kaçkını, iki sevdalıyı anlatıyordu yan yana duran elleri.


Yürüyen bir güneşti, kalbime usul bir serinlik veren. Güldüğünde nice viranesini eritiyordu gönlümün.Yüzüme sürdüğüm dua kadar sıcaktı sesinin duyuluşu. O, akşamüstü telaşıyla gözlerini koşuştururken içimdeki bebeğin emeklemesi gitgide hızlanıyordu. O, telaş aralarında ne zaman gözlerini bana çevirse içimdeki bebeği kucağına alıyordu, yüzünde hilal çukurları şeklinde beliren tebessümleri. Tülbendinde gül nakışları, yakasının sağında ve solunda dantelden iki yavru fil bulunuyordu. Hep hoşça kal der gibiydi omuzlarının duruşu, kirpikleri umuda batırılıp çıkarılmış oklardı; kalbime her defasında saplanıp duran. Puslu bir umutla dolan yüreğim, sonra "Kaç buradan!" diyen aklımın tüm tacizatına rağmen yanında bunları düşünmüştüm. Bir insanı güzel düşünmek elbette ki değerliydi. Sevmeyi, dünya sanrısıyla asla karıştırmadım. Bundan ise hep uzak durdum dünyadan. Ben, son defa derin bir bakışa verirken tüm kalbimin ağırlığını, "İşte," dedi, "ben, onun masumiyetini gönlümün müzesinde hep sergiliyorum. Bu yüzden bekleyeceğim onu," dedi. Sonrasında titreyen elleriyle, titreyen ellerimi tutarak utançtan volkanlar kızıllaşırken yanak uçlarımda, o rüzgâr kadar taze sesiyle bana, "Beklediğim sensin," dedi.